GÜNCEL

PEYGAMBERİN DEDELERİ

 





Kusay 

Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre adında bir erkek kardeşi vardı.

Hz. Âdem'den beri devam edip gelen nur-u Ahmedî'yi alnında taşıma şerefi, bu iki kardeşten Kusay'a ihsan edilmişti. Büyük oğul olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti.

Kâbe'nin karşısında ve kapısı Kâbe'ye bakan ilk ev onun için inşa edilmişti. Bu ev, Mekke'nin bir nevi hükümet binası veya içinde "Mekke Şehir Devleti’nin her türlü iş ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay'ın bu konağı tarihte "Dârü'n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.

Kusay, Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük oğlu Abdüddâr'a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme reis tayin ediyorum." dedi.

Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı. Çünkü, Fahri-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük kardeşi Abd-i Menâf'ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.

 

Haşim 

 




Hâşim, Resul-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir. Mekke'nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticaretle uğraşırdı.

Peygamberimiz (s.a.v.)'in doğum vakti yaklaştığı için nur-u Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu.

Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.

Hâşim'in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed, Ebû Sayfî ve Nadle. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir.

 

Şeybe (Abdulmuttalib)

 






Zemzem Kuyusu



Peygamberimizin Dedesinin alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait nûr, onun Kureyş'in reisliği makamına getirip oturtmuştu. 

Sıcak bir yaz günü idi… Kâbe'nin yanındaki Hicr mevkiinde serin bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyasında bir zât kendisine şöyle seslendi:


"Kalk, Tayyibe'yi kaz!" Sordu:

"Tayyibe nedir?"


Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti. 

Aynı rüyayı dört kez görür. Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:


"Zemzem'i kaz!" Abdülmuttalib,


"Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın cevabı şu oldu:

"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe'de kesilen kurbanların kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada karınca yuvası da vardır."


Uyanan Abdülmuttalib'in heyecanına bu sefer sevinç de katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde etmişti.

Zemzem kuyusundan defalarca bahsedildiğini duymuştu. Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler, Mekke'den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe'nin bütün kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de toprakla bir edip, belirsiz bir hâle getirmişlerdi. O zamandan beri Zemzem'in ismi var, kendisi yoktu.

Abdülmuttalib, Derhal araştırmaya koyuldu. Rüyasında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini gördü.

Ertesi gün bir tek oğlu olan Hâris'i alarak tespit edilen yere gitti ve kazmaya başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana çıktı.

Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü Ekber!"


Abdülmuttalib ve Kureyş İleri Gelenleri

Abdülmuttalib'in bu faaliyetini başından beri gözleyen Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince, büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri, kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib'e,

"Ey Abdülmuttalib! Bu babamız İsmâil'in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de bu işe ortak et.dediler.

Abdülmuttalib,

"Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."

Abdülmuttalib'in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:

"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun eğmezsin?"

Bu söz, Abdülmuttalib'in âdet içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla rahatsız olduğunu hâliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:

"Yemin ederim ki, Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan birisini Kâbe'nin yanında kurban edeceğim." dedi.


Abdülmuttalib'in bu sözleri hem bir dua hem bir yemin hem de bir adaktı. Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakk'ın ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada seneler önce yaptığı vadini hatırladı: Erkek çocuklarından birini Kâbe'de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.

Abdullah, Abdülmuttalib'in on erkek çocuğundan sekizincisi idi. Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna bir tatlılık bahşetmişti. 


 

Abdülmuttalib'in Yemini

 


Oğullarının onu da büyümüştü. Vadini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular. Sonra da babalarına sordular:

"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tespit edelim?"

Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini biliyordu. Şöyle dedi:

"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve okları bana verin!"

Okları toplayan Abdülmuttalib doğruca Kâbe'ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin oku çıkarsa o kurban edilecekti…

Böyle durumlarda Kureyş bu usule başvururdu.

Kâbe'nin yanına varan Abdülmuttalib'in etrafını şehir halkı sarmıştı. Elindeki on oku, Allah'a verdiği sözünden caymış sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın, ciğerinden bir parça kopacaktı.

Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle okudu:

"Abdullah."

Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir an "Olamaz!.." diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah'a verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve hislerine gem vurdu.

Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah'a çevirdi ve şöyle dedi:

"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."

Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine soruyordu:

"Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban edilecek?"

Abdülmuttalib'in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah'ın eli vardı. Kurban edilmesi için her şey tamamdı.

Kureyşliler adete abdullah’ı kurban etmemesi için yalvardılar. Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:

"Ey Abdülmuttalib! Abdullah'ı al, Şam'a git. Orada bir kadın var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur. Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse, gel onu boğazla. Yok eğer seni de Abdullah'ı da bizi de üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket edersin."

Bu fikir Abdülmuttalib'in aklına yattı. Derhal Abdullah'ı yanına alarak Şam'a doğru yola çıktı. Medine'ye geldiklerinde kâhin kadının Hayber'de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber'e geldiler. Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu gibi anlattı.

Kadın sordu:

"Sizde bir insanın diyeti nedir?"

Abdülmuttalib,

"On deve" dedi.

Bunun üzerine kâhin kadın,

"Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz, diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin. Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın. Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa, onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı etmiş hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz." dedi.

Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke'ye döndü.

 


Abdülmuttalib, biricik oğlu Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe'ye gitti. Kâhin kadının tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur'a çekilecekti.

Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok Abdullah'a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah'ı gösterdi. Develer otuza çıkarıldı. Ok ısrarla Abdullah'ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir alır gibiydi.

Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında ellerini semaya doğru kaldırarak dua etmekten de geri durmuyordu.  Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince, merakla bakanlar derin bir nefes aldılar.

Çünkü ok develere çıkmıştı. Herkes gibi Abdülmuttalib'in de gözleri sevinçle parladı. Fakat, onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:

"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Ta ki, kalbim mutmain olsun."

Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere çıkmıştı.

Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu.

Böylece Abdullah kurban edilmekten kurtuldu. O günden itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100 deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.