GÜNCEL

SÜT ANNE HZ. HALİME

 

 




Âmine, şerefli yavrusunu ancak bir hafta kadar emzirebildi. Bundan sonra Ebû Leheb'in cariyesi Süveybe Hâtun Kâinatın Efendisine sütanne oldu ve onu günlerce emzirdi.

Süveybe Hâtun daha önce de Hz. Hamza'yı emzirmişti. Böylece Resûl-i Kibriya Efendimizle muhterem amcası arasında bir de süt kardeşliği bağının kurulmasına vasıta olmak gibi bir bahtiyarlık ve şerefe erişmiş oluyordu.

 

Süveybe Hâtun ve Ebu Leheb Kıssası




Hz. Hatice evine sık sık gelip giden Süveybe Hâtun'u hürriyetine kavuşturmak için bir ara satın almak istediyse de Ebû Leheb buna yanaşmadı. Ancak, Resûl-i Kibriya Efendimiz Medine'ye hicretinden sonra, Ebû Leheb, Süveybe'yi kendiliğinden azad etti.

Ebû Leheb Peygamberimiz (s.a.v.)'in öz amcası idi. Hayatı boyunca da putperestlikten vazgeçemeyerek peygamberimizin karşısına en büyük bir düşman olarak dikilmekten geri durmadı. Bu sebeple Allah'ın lânetine mâruz kaldı. Ancak Süveybe Hâtun sebebiyle ahirette bir nebze lûtfa mazhar olduğu anlatılmıştır. 

Onu ölümünden sonra rüyada görmüşlerdi. Cehennemin şiddetli azabı içinde feryat edip duruyordu. Kendisine sordular:

"Neden feryad ediyorsun? Neyin var?"

Ebû Leheb,

"Neyim olacak; susuzluk beni ateşten kavuruyor! Hayatımda hiçbir hayır görmedim. Sadece bir tek hayır buldum: Muhammed'i emziren Süveybe'yi âzâd ettiğim için bana da şuradan emip sulanmak imkânı bağışlandı." diyerek şehâdet parmağını gösterdi.

Hâdise gerçekten ibret vericidir. Kâinatın Efendisine hayatı boyunca kötülük, eziyet ve hakaret etmekten geri durmayan Ebû Leheb gibi azılı bir İslâm düşmanı, sadece onu emziren Süveybe Hâtunu âzâd ettiği için böylesine İlâhî bir kerem ve lütfa mazhar oluyor ve cehennemde azabı bir nebze hafifliyordu. Demek ki, sadece sevgili Peygamberinin zâtına değil, zâtına hizmet etmiş olanlara yapılan iyilikleri de Cenâb-ı Hak lütuf ve keremiyle karşılıksız bırakmıyordu.

 

 

Çocukları Sütanneye Verme Âdeti


Mekke'nin havası sıcak ve sıkıntılı idi. Çocukların körpe vücutlarına yaramazdı ve onların sıhhatli büyümelerine ve gürbüz yetişmelerine elverişli değildi.

Çölde ise hava güzel, su tatlı ve temiz, hayat serbest, iklim ise mutedildi. Ayrıca çölde yaşayan bazı kabilelerin dilleri de çok daha düzgün ve pürüzsüzdü. Asliyet ve tazeliğini koruyordu. Ahlâkları da temizdi.

İşte buna binâen, o sırada Kureyş eşrafı ve ileri gelenleri daha sıhhatli ve gürbüz yetişmeleri için Mekke'nin dışında çölde yaşayan kabile kadınlarına ücretle emzirmek üzere çocuklarını teslim etmeyi bir âdet haline getirmişlerdi. Çocuk iki-üç sene, bazen daha fazla sütannenin yanında kalırdı.

Bu sebeple de yaylalarda yaşayan birçok kabile, bilhassa Sa'd bin Bekr kabilesi kadınları, senede birkaç sefer kafile hâlinde Mekke'ye inerler ve yeni doğan çocukları emzirmek üzere yanlarına alıp tekrar yurtlarına dönerlerdi.

 

Benî Bekr Kabilesi Kadınlarının Mekke'ye Gelişi

 


Sa'doğulları yurdunda o âna kadar pek az görülmüş şiddetli bir kuraklık hüküm sürüyordu. Kuraklığın netice verdiği kıtlık, kabile halkını yoksul ve perişan bırakmıştı.  Bu şiddetli kıtlık ve kuraklık yılında da Benî Bekr kadınları, emzirecek çocuk bulmak ve bu suretle bir nebze geçimlerini temin etmek maksadıyla Mekke'ye oldukça kalabalık bir kafile halinde geldiler.

Gelen kadınların biri müstesnâ hepsi kendilerine münasib birer çocuk buldular. Gariptir ki, hiçbiri yetim oluşundan dolayı Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'i almaya yanaşmadı. Çünkü, pek fazla bir ücret ve yardıma kavuşmayacaklarını düşünüyorlardı.

Mekke'ye geç giren sadece bir kadın vardı. Kocasıyla nöbetleşe yaşlı ve zaif merkeplerine bindiklerinden kafileden geride kalmıştı. Mekke'ye girdiğinde, yeni doğmuş Kureyş çocukları, biri müstesnâ, diğerleri önde giden Bekroğulları kadınları tarafından kapışılmıştı. Ve o, Mutlak Kudret Sahibinin kader ve hikmetiyle, emzirmek üzere kimseyi bulamadı.

Kocası Hâris de üzgündü. Arkadaşlarının hepsi varlıklı ailelerin çocuklarını aralarında paylaşmışlardı.

Bir ara görünüşü ile etrafın hürmetini celbeden mûnis sîmalı yaşlı bir zât ile karşılaştı. Bu zât, Kâinatın Efendisinin dedesi Abdülmuttalib'di. Sanki birbirlerinin derdine derman olmak için dolaşıp duruyormuşlar gibi bakıştılar. Sonra da konuşmaya başladılar.

Abdülmuttalib,

"Sen neredensin?" diye sordu.

Kadın,

"Benî Sa'd kabilesi kadınlarındancevabını verdi

"Adın ne?"

"Halîme."

Abdülmuttalib,

"Ne güzel ne güzel! Sa'd ve hilm, iki haslettir ki, dünyanın hayrı da ahirettin izzet ve şerefi de buralardadır." dedikten sonra derin bir iç çekti. Arkasından da Halîme'ye, 

"Ey Halime! Yanımda yetim bir çocuk var. Onu, Sa'doğulları kadınlarına teklif ettim, kabul etmediler. Bari gel sen ona sütanneliği yap. Belki onun yüzünden bahtiyarlığa, bolluk ve berekete erersin." dedi.

Halîme beklenmedik bu teklif karşısında önce tereddüt geçirdi. Fakat yurduna eli boş dönmek istemiyordu. Bunun için tereddüdünü yendi ve teklifi içinden kabul etti.

Abdülmuttalib, Halime’yi alıp Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in nurlandırdığı Hz. Âmine'nin mütevazi evine götürdü. 




Halîme, Efendimizin başucuna vardı. Nur topu Efendimiz, yünden beyaz bir kumaşa sarılı, yeşil iplikten bir örtünün üstünde mışıl mışıl uyuyordu.  Halime, hayret içinde kaldı. Nur yüzlü Efendimize ânında içi ısınıverdi. Öylesine ki, uyandırmaya bile gönlü razı olmadı. Çocuk bulamamanın sıkıntısı içinde kıvranıp dururken, birden böylesine güzel bir yavru ile karşı karşıya gelmek, ne büyük bahtiyarlıktı.

 


İlk Bereket




Artık Nur topu Efendimiz, gönlünü cezbettiği Halime’nin kucağındaydı.

Fakat bu da ne? Günlerdir zorla süt bulan göğüsler, Efendimiz emmeye başlar başlamaz derhal sütle doldu. Sanki, her bir meme bir süt çeşmesi kesilmişti birden. Halime şaşırdı, kocası Hâris hayretler içinde kaldı. 

Sağ meme, Kâinatın Efendisinin ağzında, sol meme artık ona sütkardeşi olan Halime’nin oğlu Abdullah'ın ağzında. Ve Kâinatın Efendisi bundan böyle hep sağ memeyi emecektir.

 

Devenin Memeleri Sütle Doldu

 

Halime, Nur Yetimi kucağından bir an bile indirmeye razı değil. Hemen Abdülmuttalib ve Hz. Âmine ile vedalaşarak Mekke'den ayrıldılar. Âmine'nin hüznüne göz yaşları da karıştı ve âdeta bir bulut olup Nur yavrusunun peşinden koştu.

Gece Hâris âilesi, Mekke dışında rahat bir uyku çekti. Sabahleyin Haris develeri sağmaya koştu. Elini aldığı her meme bir süt çeşmesi oluvermişti. Hayretler içinde Halime’ye seslendi:

"Ey Halime, bil ki, sen çok mübarek ve hayırlı bir çocuk aldın."

Halime kocasını tasdik etti:

"Vallahi, ben de öyle olmasını ümit ediyorum."

 

Peygamber Efendimiz Sa'doğulları Yurdunda

 

Bütün bu garipliklerden sonra Halime ve kocası yurtlarına vardılar. Artık, nur yüzlü Kâinatın Efendisi Sa'doğulları yurdundaydı.

O sırada Sa'doğulları beldesinde müthiş bir kıtlık ve kuraklık hâkimdi. Bereketi kesilmiş topraklar, susuz kuyu ve çeşmeler, solgun yüzler ve zâiflikten ayakta duracak mecâli kalmamış hayvanlar...

Fakat, Peygamber Efendimizin ayak bastığı hanenin manzarası birden değişiverdi. Daha önce yiyecek ot bulamayan hayvanları, şimdi tıka basa doyuveriyorlardı. Memeleri dolup taşıyor, bir Rahmet çeşmesi gibi devamlı süt akıtıyordu.

 

Beldenin sâir sakinleri yine kıtlık içinde, yine sıkıntı çemberinde kıvranıyorlardı. Hayvanları hâlâ zâif, nâhif ve istenilen sütü veremiyordu. Sanki Peygamberimiz (s.a.v.)'i "yetim" diyerek almayanlar, maruz kaldıkları mahrumiyet içinde bırakılmakla cezalandırılıyorlardı.

Yayla halkı, gözleriyle gördükleri bu durum karşısında meraklarından çatlayacak hâle gelmişlerdi. Olup bitenlere bir mâni veremiyorlardı. Kabahati çobanlarında buluyorlar ve onlara çıkışıyorlardı:

"Gidin, görün bakalım. Halîme'nin çobanı koyunlarını nasıl doyurmuş? Yürürken memelerinden şıpır şıpır süt damlıyor. Kim bilir koyunlarını nerede otlatıyor? Siz de onun gittiği yere gidip koyunları orada otlatsanız ya!"

Çobanlar, efendilerinin bu çıkışlarında haksız olduklarını adları gibi biliyorlardı. Halime’nin çobanının koyunlarını otlattığı yerin, kendilerinin otlattığı yerden hiçbir farkı yoktu.


 

Yayla Kuraklıktan Kurtuluyor

 

Sa'doğulları yaylasında aylardır hüküm süren kuraklık ve kıtlık hâlâ son bulmuş değildi. Yayla halkı her hafta kendi inanç ve geleneklerine göre yağmur duâsına çıkmaya devam ediyordu. Fakat, her seferinde de elleri boş ve mahzun dönüyorlardı.

Bir cuma günüydü. Kadınlı erkekli bütün kabile halkı, yanlarına aç develerini, sütsüz koyunlarını alarak bir tepenin üzerine, yine yağmur duâsında bulunmak için çıkmışlardı. Putlarına kurbanlar kestikten sonra, duâya başladılar. Yalvarmalar, yakarmalar âlemlerin Rabbine yağmur göndermesi için yapılıyordu. Saatlerce duâ ettikleri halde, yere bir tek yağmur damlası düşmedi.

Kalabalığın içinde Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in sütannesi Halîme ve kocası Hâris de vardı. Halîme, gözlerden sakındığı Kâinatın Efendisi yavruyu kalabalığa alıp getirmemiş, süt kardeşi Üneysi'nin yanında evde bırakmıştı.

Duânın sonuna gelinmişti. Herkes ümitsiz ve bitkindi. Artık dönmeye hazırlanıyorlardı. Bu sırada Halime'nin komşusu bir kadın, duasını bitirmek üzere olan rahibe yaklaştı ve rahip duasını bitirince de,

"Râhip efendi, biz bu kadar duâ ettik. Fakat bir netice alamadık. İçimizde hayırlı, uğurlu biri olsa, belki âlemlerin Rabbi duâmızı kabul ederdi."

dedi. Râhip, yaşlı kadının bu sözünden rahatsız gibi oldu ve

"Biz Ona dua ederiz, ama Onun ne yapacağını bilmeyiz. Doğruyu ve hayırlıyı ancak O bilir." 

Diye konuştu. Yaşlı kadın bu sefer asıl maksadını açıkça söyledi:

"Biliyorum, dedikleriniz doğru; ama benim söylemek istediğim şey başka. Bizim komşumuz Halime’nin evinde, Mekkeli bir çocuk var. O, geldiği günden beri Halime’nin evi bereketle dolup taşıyor. Çok hayırlı, çok uğurlu bir çocuk olarak görünüyor. Bir de onu buraya getirsek. Belki ayağı uğurlu gelir; onun yüzü suyu hürmetine âlemlerin Rabbi duamızı kabul eder ve bizi yağmura kavuşturur."

Rahip önce tereddüt geçirdi. Kadın ısrar edince, Efendimizin getirilmesine razı oldu.  Koşarak eve vardılar. Peygamberimiz (s.a.v.)'i sütannesi kucakladı. Kundakladıktan sonra yakıcı güneşin tesirinden korumak için de yüzünü bir bezle kapadılar ve dışarı çıktılar.

Önce mühimsemediler. "Olabilir!.." diyerek yürüdüler. Fakat, bu küçük bulut kendilerini terk etmiyordu. Âdeta onları güneşin kavurucu sıcaklığından korumak için bir şemsiye vazifesi görüyordu. İster istemez hayrete kapıldılar ve şaşırdılar. Bir taraftan da sevindiler. Artık nur yavrunun yüzünü bezle örtmeye de ihtiyaç kalmamıştı. Örtü kaldırılınca, şirin gözler sütannesine tatlı tatlı baktı. Sanki tebessümüyle, "O bulut beni gölgeliyor." der gibiydi.

Buluttan şemsiye altında yollarına devam edip, kalabalığa karıştılar. Önce yapılan tekliften rahatsız olan râhip, bu sefer onları güler yüzle karşıladı. Çünkü, o da Halime ve arkadaşının evden çıkar çıkmaz, bir bulut tarafından gölgelendiklerini uzaktan görmüştü.

Rahip, Peygamberimiz (s.a.v.)i sütannesinin kucağından aldı ve kalabalığa seslendi:

"Ey insanlar! Bu, bulunduğu eve bereket getiren Mekkeli çocuktur. Bu hayırlı yavruya olan sevgisi ve lütfu ile yağmur vermesi için âlemlerin Rabbine hep beraber dua edelim."

Eller tekrar açıldı ve dudaklar yeni bir heyecanla duaya başladı. Peygamberimiz (s.a.v.) bir nur yumağı halinde rahibin kucağında duruyordu. Râhip, bütün dikkatiyle nur saçan gözlere bakıyor ve âdeta hâl diliyle, "Bu güzel çocuğun yüzü suyu hürmetine bize yağmur ihsan et." diye Cenap-ı Hakka yalvarıyordu.

Peygamberimiz (s.a.v.) in başı üzerindeki küçücük bulutun birden büyümeye ve ufuklara doğru yayılmaya başladığı görüldü. Kısa zamanda o küçük bulut yerini, bütün gökyüzünü kaplayan kocaman bir buluta terk etti. Az sonra sevinç çığlıkları ile ortalık çınladı:

"Yağmur!..
Yağmur!..

Yağmura kavuşan halk, aylardır devam ettikleri dualarının kabul edilmeyip, o gün kabul edilişinin sırrını yine de bilemediler. Çünkü, o bir sırdı. Şimdilik bir sır olarak da kalacaktı.

 

Alemlerin Efendisi Büyüyor

 


Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)'in büyümesi de diğer çocuklardan farklı oldu. Sekiz aylık iken konuşmaya başladı. Dokuz aylıkken konuşması oldukça düzgün ve pürüzsüzdü. Onuncu ayında ise, artık diğer çocuklarla birlikte ok atacak kadar kuvvetli ve gürbüz olmuştu.

Peygamber Efendimiz iki yaşına basınca sütten kesildi. O âna kadar, Halimelerin ve yayla halkının üzerinde bereket, rahmet ve ihsan yağmuru hiç eksik olmadı. Bu yaşında bile Peygamber Efendimiz, akranlarından çok farklı bir güzellik, bir sevimlilik ve üstün bir ahlâka sahipti.

 


Peygamberimiz (S.A.V.)'İn Annesine Getirilişi

Süt çocuklarını geri verme mevsimi gelip çattı. Bununla birlikte Efendimiz üzerinde kol kanat geren, onu öz evlâdından daha fazla seven Halime’nin de gönlünü bir hüzün bulutu kapladı. Çünkü, ondan ayrılacaktı. Çünkü Nur Muhammed'in Cennet'i hatırlatan gül kokusundan uzak kalacaktı.

Fakat Mekke'ye getirilip annesine teslim etmekten başka çaresi de yoktu. Öyle yaptılar. Nur Muhammed'i alarak Mekke'ye geldiler ve annesine gönül gözyaşları arasında teslim ettiler.

Sütanne Halime’ye, sanki bir ilham geldi ve yalvarırcasına, bütün samimiyetiyle şu teklifi yaptı:

"Ne olur, oğlumu biraz daha yanımda bırakamaz mısınız? Hem ben, ona Mekke vebasının bulaşmasından da korkuyorum."



Bu teklif ve arzu samimi idi. Sanki cümleler dudaklardan değil, gönülden kopup gelmişti. Aziz anne Âmine, bu riyasız ve candan yalvarışa karşı koyamadı ve bir müddet daha ciğerpâresinin Sa'doğulları yurdunda kalmasına razı oldu.

Halime muradına ermişti. Arzusunun kabul edilişinin sonsuz hazzı içinde Efendimizle birlikte tekrar yurduna döndü. Kâinatın Efendisi, artık süt kardeşi Abdullah'la birlikte kuzuları gütmeye de çıkıyordu.

 

Peygamber Efendimizin Göğsünün Yarılması

 

Kuşluk güneşinin her tarafa pırıl pırıl hayat saçtığı bir güzel bahar günüydü. Nur yüzlü Efendimiz süt kardeşi Abdullah'la beraber evlerine yakın çayırlıkta kuzularını otlatıyordu. Bir ağacın altında çimenden yem yeşil halının üzerine oturmuş, tatlı tatlı konuşuyorlardı. Bir müddet sonra da Abdullah ağacın serin gölgesinde uykuya daldı.

Kâinatın Efendisi ise, oturduğu yerden kâinatı kuşatan eşsiz güzelliklerin Yaratıcısını düşünmeye koyuldu. Bu sırada kuzular yayıla yayıla epeyce uzaklaşmışlardı. Onları geri çevirmek için Peygamberimiz (s.a.v.), Abdullah'ın yanından ayrıldı. Bir müddet gittikten sonra, karşısına beyaz elbiseli iki kişinin çıktığını gördü.

İkisi de güler yüzlü ve sevimli idiler. Birinin elinde içi karla dolu altın bir tas vardı. Nur yüzlü Efendimizin yanına usulca yaklaştılar. Onu tutup İlâhî bir halı gibi duran yem yeşil çimenlerin üzerine uzattılar. Efendimizde ne ses ne seda ne de telâş vardı. Bu güler yüzlü, bu temiz sîmalı ve bu sevimli insanların kendisine kötülük yapmayacağını biliyordu.

Ağacın serin gölgesinde uyumakta olan Abdullah bu sırada uyandı. Manzarayı görünce olanca hızıyla telaşlı telaşlı eve vardı. Gördüğü manzarayı anne ve babasına anlattı.

Heyecan ve telâşlarından, evlerinden nasıl çıktıklarının farkında bile olmayan Halime ile kocası, bir anda Peygamberimiz (s.a.v.)'in yanına vardılar. Fakat, Abdullah'ın anlattıklarından eser yoktu. Ortalıkta kimseler görünmüyordu. Zira, gelenler memur edildikleri vazifelerini bir anda bitirip, gözden kaybolmuşlardı.

 Sadece ayakta duran Kâinatın Efendisinin benzi uçuktu ve hafiften gülümsüyordu.

Fazlasıyla telâşa kapılan Halime ve kocası,

"Ne oldu sana yavrucuğum?" diye sordular.

Kâinatın Efendisi şunları anlattı:

"Yanıma beyaz elbiseli iki kişi geldi. Birinin elinde içi karla dolu bir tas vardı. Beni tuttular, göğsümü yardılar. Kalbimi de çıkarıp yardılar. Ondan siyah bir kan pıhtısı çıkarıp bir yana attılar. Göğsümü ve kalbimi o karla temizledikten sonra ayrılıp gittiler."