HZ. AMİNE (R.A)
Saadet Güneşi, ömrünün dört yılını geride bırakmış, oldukça gürbüzleşmiş ve gelişmişti. Zâtında görülen gariplikler, hele göğsünün yarılması hâdisesi, Hz. Halîme`yi bütün bütün düşündürmeye ve telaşlandırmaya başladı. Hattâ artık endişe duyuyordu. Canı gibi sevdiği Efendimizin başına hoş olmayan herhangi bir hâdisenin gelmesinden korkuyordu.
İşte bu düşünce, endişe ve korku, Halîme ve kocası Hâris`i şu kararı almaya mecbur etti: "Başına bir iş gelmeden bu yavruyu annesine teslim etmeliyiz."
Peygamberin Kaybolması
Halîme ve kocası Mekke`ye gece girdiler. Bir ara Sevgili Efendimiz, gözlerden kayboldu. Halime ve kocasında bir telaş başladı. Bütün aramalara rağmen, onu bulamadılar. Gidip dedesi Abdülmuttalib`e haber verdiler.
Nur torununun kaybolduğunu haber alan şefkatli dede, birden şaşkına döndü. Üzgün ve telaşlı aramaya koyuldu. Fakat, ortalıkta Efendimiz görünmüyordu.
Abdülmuttalib, çaresiz ellerini açarak yalvardı:
"Allah`ım, ne olur Muhammed`imi bana geri ver."
Bu arada iki kişi, yanlarında bir çocuk ile görünüverdiler. Bunlar, Varaka bin Nevfel ve bir arkadaşı ile Peygamber Efendimiz idiler.
Abdülmuttalib, hasretini çektiği Saâdet Güneşini bağrına bastı, doyasıya kokladıktan sonra boynuna bindirdi. Doğruca Kâbe`ye giderek onunla birlikte tavafta bulundu. Sonra da Sevgili Peygamberimizi götürüp annesine teslim etti.
Sütanne Halîme, Saadet Güneşini Mekke`de bırakıp yurduna döndü. Fakat ne o Efendimizi ne de Efendimiz onu hayatı boyunca unutmadı. Onu her gördüğünde, "Anneciğim, Anneciğim" diye saygı ve hürmetle çağırır, kendisine ihsan ve ikramda bulunurdu. İhtiyacının olup olmadığını sorar, varsa hemen gidermeye çalışırdı.
Peygamber Efendimiz Annesinin Yanında
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, sütannesi Halime tarafından annesi Hz. Amine `ye teslim edildiğinde dört yaşını bitirmiş, beş yaşına ayak basmıştı. Takvim yaprakları Milâdî 575 yılını gösteriyordu.
Baba Kabrini Ziyaret
Kâinatın Efendisi, altı yaşında... Bu sırada Hz. Amine`nin içine Medine`yi ziyaret arzusu doğdu. Maksadı medfûn bulunan bahtiyar kocasının kabrini ziyâret etmekti.
Günü gelince Mekke`den biricik oğlu ve dadısı Ümmü Eymen`le birlikte hareket etti. Âmine`nin âlemi şen ve neşeli olması lâzım gelirken, bilâkis hüzünle kaplı idi. Sanki bir daha bu mukaddes beldeye ve bu Saadet Güneşinin doğuşuna sahne olan mübarek eve kavuşamayacakmış gibi tekrar tekrar dönüp Mekke`ye bakıyordu.
Efendimizin dayısı oğullarından Nabiga`nın evine indiler. Hz. Âmine, bu evin avlusunda bulunan aziz kocasının kabrinin başına gözyaşları içinde yıkılıverdi. Gözyaşları Abdullah`ın kabrinin toprağını bol bol suladı. Peygamber Efendimiz de ilk defa ruhunda yetimliğin acısını bu manzara karşısında duydu. O da muhterem babasının kabrine damla damla gözyaşı serpti. Sanki bu damlalar Hz. Abdullah`a bir gül demeti yerine takdim ediliyordu.
Peygamberimiz, Yahudi Âlimlerinin Dikkatini Çekiyor
Medine`de geçirdikleri tatlı günlerinin birinde, Peygamberimiz, dadısı Ümmü Eymen`le, kaldıkları evin kapısı önünde oturuyordu. Oradan geçen ruhânî kıyafetinde iki Yahudi, birden dikkatlerini onun üzerine diktiler.
Peygamberimiz bu bakışlardan rahatsız olmuş gibi içeri girdi.
Yahudiler geçip gitmediler ve Ümmü Eymen`e yaklaşarak sordular:
"Bu çocuğun adı nedir?"
Ümmü Eymen, onları tanımıyordu. Art niyetli olabilirler ihtimâlini göz önünde bulundurarak,
"Niçin soruyorsunuz?" dedi.
Adamlar itimad telkin eder şekilde konuştular.
"Bizim tanıdığımız bir çocuğa benziyor da onun için sorduk. Lütfen söyler misiniz, onun adı nedir?"
Ümmü Eymen, davranışlarından ve konuşmalarından pek korkulacak kimseler olmadığı kantatına varınca,
"Onun adı Ahmed`dir" dedi.
İki Yahudî bu cevap üzerine aradıklarını bulmuş gibi birbirlerine tebessümle bakıştılar. Sonra içlerinden biri Ümmü Eymen`e yalvardı:
"Ne olur, onu buraya biraz çağırır mısın?"
Ümmü Eymen tekrar tereddüde kapıldı. Neden, niçin istiyorlardı? Fakat adam bu tereddüdü şu sözleriyle izâle etti:
"Bizler," dedi, "iyilikten başka bir şey düşünmeyen insanlarız. Kimseye zarar vermeyiz. Allah için onu seviyoruz ve senden çağırmanı istiyoruz."
Ümmü Eymen, arzularını reddetmedi. İçeri girdi. Biraz sonra Peygamberimizle birlikte çıkıp geldi:
Peygamberimizi görür görmez iki Yahudi de yerlere kadar eğildiler. Sonra da sevgi ve hürmet karışığı bir eda içinde Efendimize yaklaştılar. Onu tepeden tırnağa süzdüler. Sonra sırtını açtılar, baktılar. Her ikisinin heyecan ve hayretleri gözlerinden okunuyordu. Birinin diğerine şöyle dediğini Ümmü Eymen duydu:
"İşte bu çocuk, bu ümmetin peygamberidir. Bu şehir de onun hicret edeceği yerdir. Bu memlekette çok şiddetli savaşlar, hicretler ve büyük işler olacaktır."
Bu sözlerinden sonra ikisi de uzaklaşıp gittiler. Yine, rivayete göre, Resûl-i Ekrem Efendimiz, yüzmeyi bu ziyareti esnasında, Benî Neccar Kuyusu denilen suda öğrenmiştir.
Hz. Âmine, Kâinatın Efendisi oğluyla Medine`de bir ay kaldıktan sonra, Mekke`ye dönmeye karar verdi. Akrabalarıyla vedalaşarak şehirden ayrıldılar.
Henüz yolu yarılamışlardı ki, Hz. Âmine aniden rahatsızlandı. Peygamberimiz ve Ümmü Eymen`i bir telaş kapladı. Gittikçe şiddetini arttıran hastalık karşısında ne yapabilirlerdi?
Medine`nin 23 mil güneyinde Ebvâ Köyü yakınlarında bir ağacın gölgesinde konaklamaktan başka ellerinde çare yoktu. Hz. Âmine`nin dizlerinden güç kuvvet çekilmişti ve kendisini tutamayarak aniden yere yıkılıverdi. Üstünü örttüler. Hz. Âmine, hastalığın şiddeti içinde ter döküyor, Sevgili Peygamberimiz ise, onu kaybedeceği ve annesiz kalacağı endişesi içinde gözyaşı akıtıyordu.
Bir ara, Peygamberimiz kendini toparlayarak,
"Nasılsın anneciğim" diye sordu.
Şiddetiyle kıvranıp durduğu hastalığının ağır olduğu hissini uyandırmamak için,
"İyiyim canım oğlum, birşeyim yok" diye cevap verdi.
Hz. Âmine suyu içti. Su kabı ile birlikte ciğerparesinin yumuşacık ellerini de tuttu. Gözlerini açtı. Peygamber Efendimizin nur saçan simasına doya doya baktı ve ellerini bir anne şefkatiyle okşadı.
Acıklı ve âdeta istikbalden haber veren bu sözlerinden sonra Hazret-i Âmine`nin gözleri kaydı ve ruhunu orada yüce Allah`a teslim etti. Yer, Mekke ile Medine arasında bulunan Ebvâ Köyü; tarih, Milâdî 576.
Hz. Âmine`nin Defni
Sevgili Peygamberimiz ile Ümmü Eymen donakalmışlardı. Âdeta dilleri tutulmuştu. Konuşan sadece Kâinatın Efendisinin gözyaşlarıydı
Ümmü Eymen bir ara kendisini toparladı ve aziz yavrunun gözyaşlarını sildi. Sonra da bağrına basarak teselliye çalıştı:
"Üzülme, ağlama, canım Muhammedim," dedi. "İlâhî kadere karşı boynumuz kıldan incedir. Can da Onun, mal da. Hepsi bize emanet. Emaneti nasıl vermişse, öyle de alır."
Sevgili Peygamberimiz derin bir iç çektikten sonra,
"Ben de biliyorum. Onun hükmüne her zaman boyun eğerim. Fakat anne yüzü unutulmayacak bir yüzdür. O yüzü tekrar göremem diye üzülüyorum" dedi.
Sonra da derhal kendini toparladı ve gözyaşlarını silerek Ümmü Eymen`e,
"Haydi, o emâneti Sahibine teslim etti. Biz de onun na`şını toprağa teslim edelim, rahat etsin" dedi.
Definden Sonra
Annesiz kalan Dürr-i Yetîmi Mekke`ye götürmek vazifesi dadısı Ümmü Eymen`e düştü. Ümmü Eymen, yol boyunca ona annesiz kaldığını hissettirmemek için elinden gelen gayreti gösterdi. Onu öz evladıymış gibi bağrına bastı ve teselliye çalıştı. Efendimiz de âdetâ onu bir anne kabul ederek, "Anne, anne" diye çağırdı. Daha sonraları da her gördüğünde, "Annemden sonra annem" diyerek iltifatta bulunuyordu.