GÜNCEL

HABEŞİSTAN'A HİCRET

 

 


   

Habeşistan'a hicret eden ilk Müslüman kafilesi, ülkenin hükümdarı tarafından iyi karşılanmış, dinî ibadetlerini serbestçe ve gönül huzuru içinde ifa edebilme imkânına kavuşmuşlardı. Bu durumu haber alan Kâinatın Efendisi Resûl-i Ekrem Efendimiz Mekke'de kalan Müslümanlara da Habeşistan'a hicret etmelerini tavsiye buyurdu.

Ebû Talib'in oğlu Hz. Cafer'in başkanlığında Habeş ülkesine doğru yola çıkan ikinci kafile, önceki kafileden daha kalabalıktı. 10'u kadın 92 kişilik bu topluluk da sağ salim, sırf dinlerini emniyet altına almak, ibadetlerini huzur-u kalp ile ifa edebilmek gayesiyle Mekke'den ayrılıp Habeş ülkesine vardılar.



Kureyşliler Hemen Harekete Geçti




Kureyş müşrikleri Müslümanların art arda Habeş ülkesine hicret etmelerinden telâşa kapıldılar. Bu duruma tahammül edemeyen Kureyşli müşrikler aralarında konuştular. Sonunda, elçiler gönderip, hicret eden Müslümanları Habeş Hükümdarından geri istemeye karar verdiler. Elçi olarak Amr bin Âs ve Abdullah bin Ebi Rabia’yı vazifelendirdiler.

Habeş ülkesine varan elçiler devlet adamlarına kıymetli hediyeleri takdim ederek maksatlarını şöylece arz ettiler:

"Bizden bazı aklı ermez gençler, atalarının yolundan ayrıldılar. Sizin dininize girmedikleri gibi, yepyeni bir dinle ortaya çıktılar. Şu anda hükümdarınıza sığınmış bulunmaktadırlar. Biz onları geri istemek üzere kavmimiz tarafından gönderildik.

Hükümdara bu arzumuzu ilettiğimiz zaman, bu hususta bize yardımcı olun ve ona Müslümanlarla görüşme fırsatını tanımayın. Onların teslimi hususunda bizi destekleyin ve deyin ki: Bunlar elbette kendilerinden olanları daha iyi tanır ve bilirler. Kusurlarını da başkalarından daha iyi görürler."

Saray adamları kıymetli hediyelere aldandılar ve kendilerini destekleyeceklerine dair söz verdiler.

Elçiler, bu sefer Hükümdarın huzuruna çıktılar ve arzularını şöyle dile getirdiler:

"Ey Hükümdar! Aramızdan çıkıp, işlerimizi bozan bu adamlar şimdi de buraya senin dinini, ülkeni ve halkını bozmak için gelmişlerdir. Seni bu hususta ikaz etmeye geldik. Bunlar Meryem oğlu İsa’yı ilâh tanımazlar. Senin huzuruna girince secdeye varmazlar. Sen, onları bize iade et, biz onların hakkından geliriz."

Necaşi hiddetli hiddetli,

"Vallahi, hayır," dedi. "Çaresiz kalmış, yurduma gelip yerleşmiş, beni başkalarına tercih etmiş kimseleri, ben hiçbir kimseye teslim etmem. Onlarla görüşmeden, onların fikirlerini almadan hiçbir zaman kararımı vermem. Eğer, iş bunların (elçilerin) dedikleri gibiyse, onları kendilerine teslim eder, kavimlerine geri çeviririm. Şayet iş, bunun aksi olursa kendilerini korur, en güzel şekilde görür gözetirim."

Necâşî Müslümanlara,

"Siz ülkeme ne için geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccar değilsiniz, bir isteğiniz de yok. O halde, bana, benim memleketime niçin geldiniz? Sizin şu ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir? Hem bana söyleyiniz, ne diye memleketiniz halkından bana gelenlerin selâm verdikleri gibi selâm vermiyorsunuz?" diye sordu.

Hz. Câfer Necâşîye hitaben,

"Ey Hükümdar, biz cahiliyet üzere olan bir millet idik. Putlara tapar, lâşeler yerdik. Akla gelebilecek her türlü kötülüğü işlerdik. Hısım ve akrabalarımızla ilgimizi keser, komşularımıza kötülükte bulunur, zaifleri ezerdik."

"Bizler bu hâl üzere iken, Allah içimizden birini bize peygamber gönderdi. Nesebini, asâletini, doğruluk ve eminliğini, iffet ve nezâhetini bildiğimiz bir peygamber."

"O, bizi Allah'ın varlık ve birliğine inanmaya, Ona ibadete, bizim ve atalarımızın Allah'tan başka tapına geldiğimiz putları ve taşları terk etmeye davet etti."

"Biz de ona îmân ettik ve dâvâsını tasdik ettik. Onun Allah'tan getirip bildirdiği şeylere tabi olduk. Bu yüzden kavmimiz bize düşman kesildi, zulmetti. Bizi dinimizden vazgeçirmek, Allah'a ibadetten alıkoyup, putlara taptırmak için türlü türlü işkencelere ve mihnetlere uğrattılar."

"Biz de bütün bu sebeplerden dolayı yurdumuzu, yuvamızı terk ederek ülkene geldik. Sana sığındık. Seni başkalarına tercih ettik. Senin yanında zulme, haksızlığa uğramayacağımızı ümit etmekteyiz."

Hz. Cafer;

"Selâm verme meselesine gelince, biz seni Resûlullahın selâmı ile selâmladık. Biz birbirimizi hep böyle selâmlarız. Cennete gireceklerin selâmlaşmalarının da bu şekilde olacağını Peygamberimiz (s.a.v.) den öğrendik. Bu yüzden seni böyle selâmladık."

"Secde etme hususuna gelince, biz Allah'tan başkasına secde etmekten yine Allah'a sığınırız."

Necâşî, bir müddet düşündükten sonra Hz. Cafer’e,

"Yanında bu bahsettiklerinden bir şey var mı?" diye sordu.

Hz. Cafer,

"Evet var" dedi ve Meryem Süresinin baş taraflarını okudu.

"Kâf hâ yâ ayn sâd. Bu âyetler, kulu Zekeriyâ'ya Rabbinin rahmetini zikirdir. Hani o Rabbine gizlice niyaz etmişti. Ve demişti ki: 'Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı, başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim dualarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım." 

Okunan âyetler, Necâşî'nin ruh dünyasına, gözlerinden yaşlar akıtacak kadar tesir etti. Hazır bulunan rahipler de gözyaşlarını tutamadılar. Kur’an-ı Kerim'in manevî cazibesine kapılan iç âlemi bir nebze teskin olduktan sonra, Necâşî,

"Vallahi," dedi, "bu aynı kandilden fışkıran bir nurdur ki, Musâ da İsâ da onunla gelmişti."

Bu haklı itirafından sonra da müşrik elçilere dönerek, 

"Vallahi, ben ne onları size teslim ederim ne de onlar hakkında herhangi bir kötülük düşünürüm." dedi.

Necâşî'nin bu beklenmedik kararı karşısında elçilerin, boyunlarını bükerek sarayı terk etmelerinden başka çareleri kalmadı.

 



Müslümanların Hz. İsa’yı Sorun Dediler



Ertesi gün tekrar Necâşî'nin huzuruna çıkarak, Müslümanların Hz. İsa hakkında çok garip şeyler söylediklerini anlattı. Hükümdar, yine Müslümanlarla konuşmayı uygun buldu ve onları yanına çağırttı. Temsilci olan Hz. Câfer'e,

"Hazret-i İsa hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu.

Hz. Câfer şu cevabı verdi:

"Biz Hz. İsa hakkında Peygamberimiz (s.a.v.)'in bize Allah'tan getirip bildirdiğini söyleriz: O, Allah'ın kulu, Resûlü ve Allah'ın (sâir ruhlar gibi yarattığı ve) gönderdiği bir ruhtur. O, dünyadan ve erkekten vazgeçen iffetli bir kız olan Meryem'e ilka edilmiş olan Allah'ın bir kelime'sidir. (Yani Cenâb-ı Hakkın "Kün" emriyle babasız dünyaya gelmiştir.) Meryem oğlu İsâ'nın hâli ve şânı bundan ibârettir."

Müslümanların Hz. İsâ hakkındaki bu Kanaatları Necâşî'yi oldukça sevindirdi. Eline bir çubuk aldı ve yere bir çizgi çizerek: 

"Bizim ile sizin aranızda, bu hususta, şu çizgi kadarcık bir fark var. Zaten biz de onu sizin söylediğinizden başka bir şekilde telâkki etmiyoruz." dedi.

Necâşî;

"Sizi ve yanından geldiğiniz zatı tebrik ederim ki, o, Allah'ın Resulüdür. Zaten biz onun vasıflarını kitabımız olan İncil'de okumuştuk. O peygamberi, Meryem oğlu İsa da insanlığa müjdelemişti. Allah'a yemin olsun ki, eğer o bu ülkemde bulunmuş olsaydı, ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım." dedi.

"Gidiniz! Ülkemin el sürülmemiş kısmında her tecavüzden mahfuz, emniyet ve huzur içinde yaşayınız. Size kötülük eden helâk olur.

Necâşînin bu kesin ve kararlı sözlerinden sonra, elçilere elbette gerisin geri Mekke'ye dönmekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Hatta, Necâşî kendilerine getirdikleri hediyelerini bile iade etti. Bu haberi duyan Kureyş müşrikleri büyük bir sarsıntı geçirdiler. Korktukları başlarına gelmiş sayılırdı!