PEYGAMBERİMİZİN MUCİZELERİ
Şakk-ı Kamer Mucizesi
Kureyşli müşrikler, Resûl-i Ekrem Efendimizin davasını tasdik eden birçok mucizeye şahit oldukları halde, yine de inat ve inkârlarından vazgeçip ona sadakat ellerini uzatmıyorlardı.
Yine bir gün Kureyş'in ileri gelenlerinden Ebû Cehil, Velid bin Muğire gibilerin de içinde bulunduğu bir grup müşrik, Peygamber Efendimize gelerek,
"Eğer sen, gerçekten söylediğin gibi Allah tarafından vazifelendirilmiş bir peygamber isen bize Ay'ı ikiye ayır. Öyle ki, yarısı Ebû Kubeys Dağı, diğer yansı Kuaykıan Dağı üzerinde görülsün." dediler.
Resûl-i Ekrem Efendimiz,
"Şayet bunu yaparsam, iman eder misiniz?" diye sordu.
Onlar,
"Evet, îmân ederiz." dediler.
Ay'ın bedir haliydi, yani en güzel göründüğü 14. gecesiydi. Kâinatın Efendisi, Allah'ın emir ve iradesi dairesinde hareket eden Ay'a şehadet parmağıyla işaret etti.
Bu işaret-i Nebevî kâfi geldi ve ay ikiye ayrıldı. Öyle ki yarısı müşriklerin istedikleri gibi Ebû Kubeys Dağı üzerinde, diğer yarısı ise Kuaykıan Dağı üstünde iki parça halinde göründü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada bulunan halka,
"Şahid olunuz! Şahid olunuz!" diye seslendi.
Bu apaçık mucize karşısında da müşrikler, inat ve inkârlarından vazgeçmediler. Üstelik,
"Bu da Ebû Kebşe'nin oğlunun bir sihridir."
Diyerek asılsız bir te'vilde bulunarak, kendi kendilerini aldatma ve teselli etme yoluna saptılar.
Etraftan Gelenlerin Aynı Hâdiseyi Haber Vermeleri
Sırf Resûl-i Ekrem Efendimizin davasına tasdik etmemek için bu apaçık mu'cizeye "sihirdir" diyen müşrikler, aralarında şöyle konuşmaktan da edemediler:
"Şayet Muhammed büyü yaptı ise, bu büyüsü bütün yeryüzünü kaplayamaz ya! Etraftan gelecek olan yolculara soralım, bakalım onlar da gördüklerimizi görmüşler mi?"
Etraftan gelen yolculara sordular. Onlar da aynısını gördüklerini itiraf ettiler. Buna rağmen arkasından şöyle dediler:
"Yetim-i Ebû Talib'in sihri semaya da tesir etti!"
Müşriklerin, Peygamber Efendimizin bu parlak mu'cizesini inkâr etmeleri üzerine, Cenab-ı Hak, inzal buyurduğu âyet-i kerimelerde hâdisenin vuku bulduğunu bildirip, onlarınsa imansızlıkta, yalanda diretip durduklarını beyân etti:
"Kıyamet yaklaştı, ay yarıldı. Onlar bir mucize görseler yüz çevirir ve 'Bu kuvvetli bir sihirdir.' derler. Peygamberi yalanlayıp kendi heveslerine uydular. Fakat takdir edilen her şey bir gayeye ulaşacaktır."
Ebû Rükâneye Gösterilen İki Mucize
Rükâne bin Abd-i Yezid, müşriklerin sırtı yere getirilemeyen emsâlsiz pehlivanlarından biri idi. Önüne geleni yere çalan Rükâne, ne yazık ki, Allah Resûlüne karşı beslediği şiddetli kin ve düşmanlığını yenip, hakiki pehlivan olma şerefine ermeyi bir türlü istemiyordu.
Bu meşhur pehlivan, günün birinde Hazret-i Resûlullah ile Mekke'nin bir vadisinde karşılaştı. Gözleri husûmet kıvılcımları saçıyordu.
Allah Resûlü,
"Ey Rükâne, sen, kendisine imana dâvet ettiğim Allah'tan korkmaz mısın?" dedi. Rükâne,
"Eğer sözünün gerçek olduğuna kanaat getirseydim, sana tâbi olurdum." cevabını verdi. Resûl-i Ekrem,
"Eğer seni yere vurursam, söylediklerimin hak olduğuna inanır mısın?" diye sordu. Rükâne,
"Yâ Muhammed, eğer beni yıkacak olursan, sana iman ederim." dedi.
Bunun üzerine Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz,
"Kalk, haydi güreşelim." dedi.
Mağrur Rükâne, daha ilk tutuşta kendini yerde buldu. Neye uğradığının farkına varamadı ve şaşkındı. Derhal ayağa kalktı ve Resûlullah Hazretlerine bir daha güreş teklif etti. Allah Resûlü kabul etti ve Rükâne ikinci defa kendisini yerde buldu.
Rükâne üçüncü defa Resûlullaha güreş teklifinde bulundu. Peygamber Efendimiz yine kabul etti ve onu tuttuğu gibi yere vurdu.
"Beni yıkarsan, söylediğinin hak olduğuna inanırım." diye Resûlullaha söz veren Rükâne, üç sefer sırtı yere geldiği hâlde, yine şirkte inat etti ve
"Yâ Muhammed, şüphesiz sen bir sihirbazsın. Benimle yaptığın bu güreşe doğrusu şaştım kaldım." dedi.
Böylece Resûlullah'tan gördüğü mucizeyi sihir ithamıyla perdelemeye çalıştı.
Bir Başka Mucize
Küfürde direnen Rükâne, bu sefer Allah Resûlünün bir başka mucizesine şahit oldu.
"Doğrusu, ben, seninle yaptığım bu güreşe şaştım kaldım." deyince, Allah Resûlü,
"Bundan daha çok şaşılacak olanı da var. İstersen sana onu da göstereyim de Allah'tan kork, dâvetime tâbi ol." dedi.
Rükâne,
"Nedir, o şaşılacak şey?" dedi.
Allah Resûlü,
"Şu semûre ağacını çağırayım. Bana geldiğini gör." dedi.
Rükâne,
"Haydi, çağır da gelsin." dedi.
Allah Resûlü, azılı müşrikin gözü önünde semûre ağacına emretti:
"Allah'ın izniyle bana gel!"
Ağaç emre uyarak, yeri yara yara gelip Fahr-i Kâinatın karşısında durdu. Gözleri faltaşı gibi açılan Rükâne'nin kalp gözü hâlâ kapalı duruyordu. Bu açık mucizeler karşısında yine küfürde inat etti ve
"Doğrusu ben bugünkü gibi büyük bir sihir, hayatımda görmedim." dedi.
Sonra da ağacın tekrar yerine gitmesi için emir vermesini, Peygamber Efendimizden istedi. Allah Resûlü, ağaca,
"Allah'ın izniyle yerine dön." diye emretti. Ağaç, derhal yerine döndü.
Bundan sonra Resûlullah Efendimiz, Rükâne'yi tekrar Müslüman olmaya dâvet etti. Ancak, o küfürde inat etti ve dâvete icabet etmedi. Bunun üzerine Resûlullahın kendisine son sözleri şunlar oldu:
"Yazıklar olsun, sana!.."
Hayret ve şaşkınlık içinde kavminin yanına dönen Rükâne, başından geçenleri ve gördüklerini anlattıktan sonra,
"Ey Abd-i Menâfoğulları," dedi, "adamınızla bütün dünyayı sihirleyebilirsiniz. Vallahi, şimdiye kadar ondan daha maharetli bir sihirbazı görmedim."
Bir rivâyete göre, Rükâne, Mekke'nin fethine yakın Müslüman olmuştur.
Efendimize Yapılan İlâhî İkaz
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir gün İslâmiyet ve Müslümanlara şiddetli muhalefetleriyle bilinen Velid bin Muğire, Utbe bin Rebîa, Ümeyye bin Hâlef gibi birçok Kureyş ileri gelenleriyle konuşuyor, onlara iman ve Kur’an hakikatlarından bahsediyordu.
O sırada bir hak aşığı çıkageldi. Maddî gözden mahrum, fakat mânâ gözü açık bu zât, Hz. Hatice’nin dayısı oğlu ashaptan Abdullah bin Ümmi Mektûm idi. Âmâ olduğundan Peygamber Efendimizin kimlerle konuştuğunun farkında değildi.
"Yâ Resûlallah, beni irşad et, bana Kur'ân okut, Allah'ın sana öğrettiklerinden bana bir şeyler öğret." dedi.
Efendimizin bütün dikkatini Kureyş ileri gelenleri üzerine İslamiyet’i anlatmak için teksif ettiğini fark edemediğinden, bu arzusunu birkaç sefer tekrarlayıp durdu.
Peygamber Efendimiz bu durumdan sıkıldı ve rahatsız oldu. Onunla pek ilgilenmedi. Zira, o her zaman gelip kendisinden İslamiyetle ilgili her şeyi öğrenebilirdi. Ama, Kureyş müşriklerinin ulularını bir daha böyle toplu halde bulma imkânını elde etmeyebilirdi. Onların İslâmiyeti kabul etmeleri veya düşmanlıklarından vazgeçmeleri ise, Kureyş'in toptan Müslüman olma mânâsına geliyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Kureyş ileri gelenleriyle konuşmasını bitirip kalkacağı sırada vahiy geldi. Gözlerini kapayıp daldı. Abese Sûresi nâzil oldu.
Surede Efendimizin davranışından bahisle şöyle buyuruluyordu:
"Yanına âmâ geldi diye yüzünü ekşitip döndü. Nereden bileceksin, belki de o günahlarından arınacaktı. Yahut öğüt alacak ve öğüt kendisine fayda verecekti.
Öğütle ihtiyaç duymayan kimseye gelince, sen ona yöneliyorsun. Onun inkâr ve isyan pisliği içinde kalmasından sen mes'ul değilsin. Sana koşarak gelen ve Allah'tan korkan kimseyi ise ihmal ediyorsun. Sakın! O Kur'ân bir öğüttür. Dileyen ondan öğüt alır."
İkazdan sonra Resûl-i Ekrem, Abdullah ibn-i Ümmi Mektûm'u her gördüğünde ona ikram ve ihsanda bulunur, ihtiyacı olup olmadığını sorar ve
"Merhaba, ey Rabbimin bana itâb ve ikazda bulunmasına sebep olan kişi!" diyerek ona iltifat ederdi.