GÜNCEL

İŞKENCELER BAŞLIYOR

 


 





İlk Şehitler


Yâsir bin Âmir (.a) Yemen’den gelip Mekke’ye yerleşmiş ve Ebû Huzeyfe’nin kölesi Sümeyye Hatun’la evlenerek ondan Ammâr ve Abdullâh isminde iki oğlu dünyaya gelmiştir.

Ammâr (r.a)’ın babası Hz. YâsirMüşriklerin söyletmek istedikleri şeyleri söylemedi ve onların ağır işkenceleri altında şehit oldu.

Annesi Hz. Sümeyye (r.a)- da vahşî işkencelere maruz kaldıktan sonra bir ayağı bir deveye, diğer ayağı da diğer bir de­veye bağlanarak canavarca parçalandı, feci bir şekilde şehit edildi. Böylece Yâsir âilesi (r.a) İslâm’ın ilk şehitleri oldular.

Rasûlullâh (s.a.s) bir gün, işkence edildikleri sırada bu mübarek aileye rastlamış:

“−Sabrediniz ey Yâsir âilesi! Sevininiz ey Yâsir ailesi! Hiç şüphesiz sizin makamınız cennettir!” buyurmuştu. (Hâkim, III, 432, 438)

 

 

Hz. Ammâr (R.A)

 


Hz. Ammâr (r.a) da nice işkence ve ezâlara dûçâr olmuştu. Kureyş müşrikleri, bir gün Hz. Ammâr’ı yakaladılar, başını kuyunun içine batırarak:

 

“−Muhammed’e hakaret edip, Lât ve Uzzâ’yı medhedinceye kadar seni bırakmayacağız!” dediler ve bunu zorla söylettiler.

Allâh Rasûlü’ne:

“−Ya Rasûlallâh! Ammâr kâfir olmuş!” diye haber verildi.

Fahri Kâinat (s.a.s) Efendimiz ise:

“−Hayır! Ammâr, tepeden tırnağa kadar îmanla doludur! Îman onun etine ve kanına kadar işlemiştir! buyurdu.

 

O esnada Ammâr (r.a) Peygamber Efendimiz ’in yanına geldi. Mübarek sahâbî ağlıyordu…

Âlemlerin Efendisi onun gözyaşlarını eliyle silerken:

“−Sana ne oldu?” diye sordu.

 

Ammâr radıyallâhu anh-:

“−Yâ Rasûlallâh! Beni sana hakaret ettirmedikçe, putların da Sen’in dininden daha iyi olduğunu söyletmedikçe bırakmadılar!” dedi.

Rasûlullâh (s.a.s)-:

“−Sen bunları söylerken kalbin nasıldı?” diye sordu.

 

Ammâr:

“−Kalbim Allah’a ve Resulüne imanın ferahlığı içinde, dinime bağlılığım da demirden daha sağlam idi!” dedi.

Bunun üzerine Rasûlullâh (s.a.s) bir taraftan onun gözyaşlarını silerken diğer taraftan da:

“−Ey Ammâr! Eğer onlar bir daha bu söylediklerini tekrarlatmak için seni zorlarlarsa, tekrar söyleyiver!” buyuruyordu.

 

Bu hâdise üzerine şu ayet-i kerime nazil oldu:

“Kalbi iman ile mutmain olduğu hâlde (dinden dönmeye) zorlananlar dışında, her kim imanından sonra küfre kalbini açarsa, mutlaka onların üzerine Allah’tan bir gazap gelir ve kendilerine çok büyük bir azap vardır.” (En-Nahl, 106) (İbn-i Sa’d, III, 249; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 67; Heysemî, IX, 295; Vahidî, s. 288-289)

 

Bu hâdise, imana mugâyir bir iadenin, ancak ölüm tehlikesi söz konusu olduğunda söylenebileceğine, bunun dışında ise câiz olmadığına şer’i bir delildir.

 

Hz. Zinnîre Hâtun (R.A)

 

Zinnîre Hâtun ise müşrikler tarafından bin bir türlü eza ve cefa gören bir hanım köleydi. Ebû Cehil ’in yaptığı işkenceler yüzünden âmâ olmuştu.

Ebû Cehil:

“−Gördün mü? Lât ve Uzzâ senin gözünü kör etti!” dedi.

Zinnîre Hâtun:

“−Hayır! Vallâhi, benim gözümü kör eden onlar değildir. Lât ve Uzzâ, ne fayda ne de zarar verebilir. Benim Rabbim, gözümü geri vermeye kâdirdir!” dedi.

Sabah olduğunda, Allâh Teâlâ’nın Zinnîre Hâtun’un gözlerini iade ettiğini gördüler. (İbn-i Hişâm, I, 340-341; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 69; Üsdü’l-Gâbe, VII, 123)

 

Hz. Suheyb-i Rumi (R.A)


İslâm düşmanı müşrikler, Hz. Suheyb (r.a) da bayıltıncaya kadar döverlerdi. Müslümanların daha niceleri böyle sıkıntı ve ıstırap içinde idi.  Suheyb bin Sinân (r.a) Suheyb-i Rûmî diye meşhur olmuştur. Çocuk yaşta, önce Rûmlara sonra da Araplara esir düştü. Ammâr bin Yâsir (r.a) ’tan İslâm’ı öğrenip hemen Müslüman oldu. Bütün mal varlığını müşriklere vererek bin bir zahmetle Medine’ye hicret etti. Hakkında:

 

“İnsanlar arasında öyleleri vardır ki, Allâh rızâsı uğrunda kendilerini satarlar. Allâh kullarına çok şefkatlidir.” (El-Bakara, 207) ayeti nazil oldu.

Allâh Rasûlü (s.a.s) onu görünce:

“–Ebû Yahyâ! Çok kazançlı ve bereketli bir alışveriş yaptın!” buyurdu. (Hâkim, III, 450-452)

Hz. Peygamber’in maiyetinde bütün savaşlara katıldı. Bütün ömrünü İslâm uğrunda büyük fedakârlıklarla geçirmiş olan Suheyb-i Rûmî (r.a), hicretin 38. yılında 73 yaşında iken vefat etmiş ve Medine’deki Baki’ Kabristanı’na defnolunmuştur.

 

Akla Hayale Gelmeyecek İşkenceler

 

Peygamber (s.a.s) Efendimiz ‘in güzîde ashabı, akla hayâle gelmedik işkencelere maruz kalmıştı. Müşrikler onları, elbisesiz bir hâlde ayaklarından zincirle bağlayıp sürükleyerek, sıcağın en şiddetli olduğu saatlerde çöle çıkarırlar, üzerlerine büyük kaya parçaları koyarlar, şuurlarını kaybedip ne söylediklerini bilemez hâle gelinceye kadar işkencenin her türlüsünü tatbik ederlerdi. Boğazlarını sıkarlar ve öldüklerini zannedinceye kadar bırakmazlardı

Bu duruma, başta Hz. Peygamber (s.a.s) olmak üzere bütün ml’minler çok üzülüyorlardı.

Ancak o an için ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Yalnız, hâli vakti ye­rinde olan iman abidesi Hz. Ebû Bekir (r.a) içlerinde Hz. Bilâl’in de bulunduğu yedi Müslüman köleyi sâhiplerinden satın alarak âzâd etmiş, böylece onları amansız işkencelerden kurtarabilmişti.

Fakat müşriklerin işkenceleri her geçen gün daha da artıyor, zayıf ve kimsesiz müminlerden sonra Allâh Rasûlü (s.a.s) ve yanında bulunan Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Zübeyr bin Avvâm, Hz. Mus’ab bin Umeyr gibi varlıklı insanlar bile eziyet ve işkenceden nasiplerini alıyorlardı. Âmir bin Füheyre, Ebû Fükeyhe, Mikdad bin Amr, Ümmü Übeys, Lübeyne Hâtun, Nehdiye Hâtun ve kızıda işkence görenlerdendi.

 

Hz. Abdullâh Bin Mes’ûd (R.A)


Allâh Rasûlü (s.a.s) mâruz kaldığı bütün bu zalimane tavırlara rağmen, tevhit davasında müşriklerle hiçbir surette uzlaşmaya yanaşmadı; dininden asal taviz vermedi. Üstelik ashâb-ı kirama soruyordu:

“–İçinizden kim gidip Kâbe’de müşriklere Kur’ân okur?”

 

Bu teklife cân ü gönülden «Ben, yâ Rasûlallâh!» diyen Abdullâh bin Mes’ûd, Kâbe’de müşriklere Kur’an-ı Kerîm okumuş ve bu yüzden o nasipsiz zalimler tarafından feci bir şekilde dövülmüştü.

Arkadaşları:

Zaten biz senin bu akıbete uğramandan korkuyorduk!” dediler.

Abdullâh bin Mes’ûd ise:

“−Şu anda benim nazarımda onlardan daha hafif ve zayıf durumda olan hiç kimse yoktur! İsterseniz ben yarın da gider, onlara tekrar Kur’an dinletebilirim!” dedi.

Arkadaşları:

“−Hayır! Onlara hoşlanmadıkları şeyi dinlettin. Sana bu kadarı yeter!” dediler. (İbn-i Hişâm, I 336-337)


 

Ebû Tâlib`e Şikâyet


Müşrikler, bu sefer başka bir yol denediler. İleri gelenlerinden on kişi, Ebû Talib'e gelerek,

"Ey Ebû Talib," dediler, "yeğenin putlarımıza sövdü, dinî inançlarımızı kötüledi, akılsız olduğumuzu, babalarımızın, dedelerimizin yanlış yolda gitmiş olduklarını söyleyip durdu.
Şimdi sen, ya onu bunları yapmaktan ve söylemekten alıkoy veya aradan çekil
."

İlk şikâyetlerinden hiçbir netice alamadıklarını gören müşrikler, Ebû Talib'e tekrar başvurdular:

"Ey Ebû Talib! Sen bizim yaşlı ve ileri gelenlerimizden birisin. Yeğenini yaptıklarından vazgeçirmek için sana müracaat ettik. Fakat sen istediğimizi yapmadın. Vallahi, artık, bundan sonra onun babalarımızı, dedelerimizi kötülemesine, bizi akılsızlıkla ithâm etmesine, ilâhlarımıza hakaretlerde bulunmasına asla tahammül edemeyiz. Sen, ya onu bunları yapıp durmaktan vazgeçirirsin, yahut da iki taraftan biri yok oluncaya kadar onunla da seninle de çarpışırız."

Ebû Talib, Resûl-i Ekremi (a.s.m.) yanına çağırarak yalvarırcasına,

"Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana ârzettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç." dedi.

Efendimiz,:

"Bunu bilesin ki, ey amca! Güneşi sağ elime, ay'ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar yahut ben bu uğurda canımı veririm."5

Ebû Talib; 

"Yeğenim benim," diyerek boynuna sarıldı ve "işine devam et, istediğini yap. Vallahi, seni asla herhangi bir şeyden dolayı kimseye teslim etmeyeceğim." diye konuştu.

Bu söz verişten sonra, müşrikler de Ebû Talib'in yeğenini her şeye rağmen koruyacağını ve asla yalnız bırakmayacağını kesinlikle anladılar.

 


Ebû Talib'e Başka Teklif


Gözleri önünde birçok kimsenin İlâhî hidâyete koştuğunu gören müşrikler, buna tahammül edemiyorlardı. Başka bir tedbir düşündüler. Yine Ebû Talib'e başvurarak şu teklifte bulundular:

 

Kureyş müşriklerini şu kesin karara sevketti: Allah Resûlünün hayatına son vermek!

Bu menhus arzularını gerçekleştirmek için Mescid-i Haram'a toplandılar. Bunu duyan Ebû Talib, Haşimoğulları gençlerini bir araya topladı ve derhal onlarla Kâbe'ye giderek müşrik topluluğuna gözdağı verdi:

"Vallahi," dedi, "yeğenim Muhammed'i öldürecek olursanız, biliniz ki, sizden hiçbir kimse sağ kalmaz. Biz de siz de bu yolda helâk oluncaya kadar peşinizi bırakmayız."

Ebû Talib'in bu tehdidi karşısında müşrikler, tek kelime konuşamadan dağıldılar.

Fikir babalarından biri olan Velid bin Muğire, etrafında toplanmış, yüzlerine şirkin çirkinliği aksetmiş bulunan arkadaşlarına,

"Ey Kureyşliler," dedi, "İşte Hac mevsimi de gelip çattı. Arap kabileleri yurdumuza akın edeceklerdir. Muhakkak onlar, şu adamımız Muhammed'in meselesini de duymuşlardır. Size birtakım sorular soracaklardır. Bu sebeple onun hakkında bir fikir etrafında birleşmemiz gereklidir. Tâ ki, aramızda ihtilâfa düşmeyelim."

Bu, kurnazca bir teklifti. Ayrı ayrı fikir beyan etmeleri elbette onları inanılmaz ve sözlerine güvenilmez bir duruma sokacaktı. Dolayısıyla gelen halk üzerinde de pek tesirli olamayacaklardı.

Kureyşliler, bu kurnaz teklifin sahibini tedbir hususunda da dinlemek istediler.

"Sen," dediler, "bize bu husustaki görüşünü, kanaatini ve tedbirlerini de söyle. Biz de aynısını söyleyelim ve aynı şekilde hareket edelim."

Fakat, Velid, önce onların kanaat ve görüşlerini öğrenmek istiyordu. Kureyş müşrikleri fikirlerini beyân ettiler.

"Kâhindir deriz."

Velid bu fikirlerine katılmadı.

"Hayır," dedi, "vallahi o, bir kâhin değildir. Biz kâhinleri görmüşüzdür. Onun okuduğu şeyler, öyle kâhin mırıldanışları ve düzmeleri cinsinden değildir. Kâhin doğru da söyler, yalan da. Amma, biz Muhammed'in hiçbir yalanını görmedik ki!"

Müşrikler,

"O halde "mecnûn (deli)" diyelim?" dediler.

Velid, bu görüşe de itiraz etti:

"Hayır," dedi. "O mecnûn da değildir. Delileri görmüşüz. Deliliğin ne olduğunu biliriz. Onun hâli bir delininkine asla benzemiyor."

Topluluktan üçüncü teklif geldi:

"Öyle ise 'şair'dir deriz."

Velid bu görüşü de doğru bulmadı.

"Hayır, o şâir de değildir, biz şiirin her çeşidini biliriz. Onun okuduğu bunların hiçbirine benzemez."

Müşrikler,

"O halde 'sihirbaz (büyücü)' deriz."

Bu fikirler de Velid'ce makbul sayılmadı.

Bütün tekliflerinin reddedildiğini gören müşrikler, işi Velid'e havâle ettiler:

"O halde ey Abdüşşems'in babası, ne diyeceğimizi sen söyle." dediler.

Velid:

"Sizin, asılsız ve yalan olduğu kısa zamanda anlaşılacak olan bu dedikleriniz içinde yine akla en yakın olanı ona sihirbaz demenizdir. Çünkü, o öyle büyüleyici bir sözle gelmiştir ki, o söz evladla babanın, kardeşle kardeşin, karı ile kocanın, kavim ve kabilesiyle şahsın arasını açıyor."9

Bu görüş etrafında birleştiler. Artık, Peygamber Efendimize -haşa- sihirbaz diyecekler, bu itham ve iftira ile halkı kendisinden uzak tutmaya çalışacaklardı!