PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLUĞU
Altı yaşında iken annesini kaybeden Peygamber Efendimizi yaşlı dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.
Abdülmuttalib Ramazan ayı girince Hirâ Mağarasında inziva çekilip ibadetle meşgul olurdu. Bunu ilk defa âdet eden de kendisi idi.
Dedesinin Minderine Sadece, O Otururdu
Abdülmuttalib, çocuklarından hiçbirini almazken, Peygamber Efendimizi kucaklayarak yan tarafına minderin üstüne oturturdu. Amcaları tutup onu minderin üstünden indirmek isterlerdi. Fakat, babaları buna mâni olur ve şöyle derdi:
"Oğlumu serbest bırakın. Vallahi, ileride onun nâmı ve şânı büyük olacaktır."
Sonra da muhterem torununu minderin üstüne, yan tarafına oturtur, eliyle sırtını okşayarak ona olan sonsuz sevgisini belirtirdi.
Abdülmuttalib`in Vefâtı
Yaşı epeyce ilerlemiş bulunan Abdülmuttalib, bir gün âniden rahatsızlandı. Rahatsızlığı gittikçe şiddetini arttırıyordu. Artık bir başka âleme göçün yakında başlayacağını anlamıştı. Ancak görmesi gereken bir vazife vardı:
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)i teslim edecek emniyet edilir bir kişiyi seçmek. Bunun için bütün oğullarını çağırttı.
Aklına Ebû Leheb geldi. Fakat o katı kalbli merhametsizin biri idi. "Olmaz" deyiverdi içinden.
Ya Abbas? Hayır o da olamazdı. Çünkü, çoluk çocuğu çoktu. Ancak onlarla meşgul olabilirdi.
Hamza olabilir miydi? Ona da razı olmadı. Zira, Hamza genç ve ava meraklı idi. Torunuyla gereği gibi ilgilenemezdi.
Peki, ya Ebû Tâlib! İşte Nûr Torununun hamisini bulmuştu. Gerçi Ebû Tâlib'in serveti azdı, ama merhameti ve şefkati boldu. Muhammed'i (a.s.m.) himâyeye ancak o lâyık olabilirdi.
Bununla beraber Abdülmuttalib, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) de görüşünü almayı ihmal etmedi:
"Amcalarından hangisinin himâyesine girmek istersin?" diye sordu.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) dedesinin sorusuna cevap olarak yerinden kalktı, gidip amcası Ebû Tâlib'in boynuna sarıldı. Böylece onun himâyesini kabul ettiğini ifade etmiş oluyordu.
Abdülmuttalib de tercihinde isabet ettiğine sevindi. Sonra Ebû Tâlib'e dönerek şöyle dedi:
"Onu sana emanet ediyorum. O, İlahi bir emanettir. Onu her şeye rağmen, canın ve başın pahasına da olsa koruyacağına dair bana açıkça söz ver ki, gözlerim arkada kalmadan gönlüm rahat etsin."
Efendimizin kendisine karşı teveccühünden oldukça mütehassis olan Ebû Tâlib, gözleri dolu dolu babasına şu cevabı verdi:
"Sen hiç merak etme babacığım. Onu öz çocuklarıma, hatta kendi canıma bile tercih edeceğimden emin olabilirsin. Hayatta bulunduğum müddetçe ona hiç kimsenin zarar vermesine müsaade etmeyeceğime söz veriyorum."
Oğlunun bu ifadeleri Abdülmuttalib'i fazlasıyla memnun etti. Gözleri sevinç gözyaşları ile doldu. Yakalandığı rahatsızlıktan kurtulamayan Abdülmuttalib, torununun neşesine, sevgisine, tebessümüne doyamadan gözlerini dünyaya seksen yaşını aşkın bir ihtiyar olarak kapadı.
Dedesinin cenazesi ve defni sırasında Peygamberimiz (s.a.v.), gözyaşlarını tutamadı; bazen hıçkırarak, bazen da sessiz sedasız ağladı. Seneler sonra bir gün kendilerine, dedesinin ölümünü hatırlayıp hatırlamadığı sorulduğunda,
"Evet, hatırlıyorum. Ben, o sırada sekiz yaşında bulunuyordum." cevabını verecekti.
Peygamber Efendimizin saadetli ömrünün ilk sekiz senelik bölümü işte böyle acılarla, üzüntü ve kederle dolu geçmişti.
Peygamberimiz, Amcası Ebu Talib`in Himâyesinde
Ebû Tâlip son derece merhametli bir insandı. Fakat oldukça fakirdi. Mekke etrafında yayılan ve şehre getirilince sütünden faydalanılan birkaç devesinden başka bir mala ve mülke de sahip değildi.
Âile efradı kalabalık olan Ebû Tâlip, haliyle geçim yönünden büyük bir sıkıntı içinde bulunuyordu.
Hz. Ali, babasının bu durumunu şu ifadelerle dile getirir:
"Babam, Kureyş`in fakir, fakat ileri gelenlerinden şerefli biri idi. Halbuki, kendisinden evvel, böyle yoksul olduğu halde, kavminin ulu kişisi olmuş bir kimse gelmemiştir."
Ebû Tâlip, aynı zamanda kardeşi Zübeyr`den kendisine geçen "Kâbe perdedârlığı" demek olan "Rifâde" ve "hacılara su içirme hizmeti" demek olan "Sikâye" vazifelerini de yürütüyordu.
Ne var ki, fazla masraf gerektiren bu vazifelerin altından dar bütçesiyle kalkamayacağını anlayınca, üç hac mevsiminden sonra bu görevleri kardeşi Hz. Abbas`a devretmek zorunda kaldı. "Sikâye" ve "Rifâde" hizmetleri Mekke`nin fethine kadar Hz. Abbas`ın elinde devam etti. Resûlullah Mekke`yi fethettikten sonra bu görevleri yine aynı elde bıraktı.
Fatıma Hatunun Peygamberimize Sevgisi
Ebû Tâlib`in hanımı Fatıma Hatunun da Peygamber Efendimize olan sevgisi ve şefkati sonsuzdu. Onu öz evladı gibi seviyor, bakımına son derece dikkat ediyordu. Hatta, onu yedirip doyurmadan çocuklarına bakmıyor ve onlarla ilgilenmiyordu. Böylece Dürr-i Yetime, annesiz kalmış olmanın ıztırap ve hasretini hissettirmemeye çalışıyordu.
Fatıma Hâtun, vefât ettiğinde, "Bugün annem vefat etti" diyerek ona karşı olan sevgisini ifade etmişti. Sonra da gömleğini çıkararak ona kefen yapmış ve beraberinde kabre inerek bir müddet mezarında uzanmıştı.
Peygamber Efendimizin Koyun Gütmesi
Resul-i Ekrem Efendimiz ömr-i saâdetlerinin onuncu yılı içinde bulunuyorlardı.
Bu sırada, himâyesinde bulunduğu amcası Ebû Tâlib`in koyun ve keçilerini gütmek istediğini söyledi. Onu canı gibi seven amcası önce buna razı olmadı. Ancak Efendimizin şiddetli arzu ve ısrarı karşısında kabul etti. Efendimiz, sabahları koyun ve keçileri alarak vadilerde ve tepelerde dalaştırıp otlatmaya başladı.
Efendimiz, nübüvvet vazifesi verildikten sonra Sahabeleriyle bir gün kıra çıkmışlardı. Merruzahran mevkiinde beraberce misvak ağacının yemişini topluyorlardı. Sahabelerine şöyle buyurdu:
"Siz bu yabanî yemişlerin karalarını tercih ediniz. Çünkü, onun siyahı en lezzetlisidir."
Sahabîler merak ve hayret içinde,
"Yâ Resulallah," dediler. "Bu yemişin iyisini kötüsünü çobanlar bilir. Siz de koyun güttünüz mü?"
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz yine ruhları okşayan tebessümleri arasında,
"Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmemiş olsun" cevabını verdiler.
Eğlencelere Katılmaktan Alıkonması
Cenab-ı Hakkın hususî terbiyesi ve muhafazası altında ömür geçiren Kâinatın Efendisi Peygamberimiz, amcasının koyunlarını güttüğü sıralarda başından geçen bir hâdiseyi şöyle anlatmıştır:
"Ben, Cahiliye Devri insanlarının işledikleri bir şeyi iki defa yapmaya teşebbüs ettimse de Allah, beni o işten alıkoydu. Bundan sonra Allah, beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar hiçbir kötülüğe teşebbüs etmedim.
Teşebbüs ettiğim şeye gelince:
Bir gece Kureyş`ten bir gençle Mekke`nin yukarı taraflarında kendi koyunlarımızı otlatıyorduk. Ben arkadaşıma,
Koyunlarıma bakarsan, ben de diğer arkadaşlarım gibi Mekke`ye giderek gece eğlencelerine, gece masalları toplantılarına katılmak istiyorum` teklifinde bulundum."
Arkadaşım,
Olur, bakarım` dedi."
Bu maksatla Mekke`ye geldim. Şehrin ilk evinin yanına yaklaştığımda defler, düdük ve ıslıkların çalındığını duydum.
Nedir bu? ` diye sordum.
Filanın oğlu, filanın kızıyla evlenmiş, onların düğünleri yapılıyor` dediler.
Hemen oturup onları seyre başladım. Derken Allah, kulaklarımı tıkadı, uyuya kaldım ve ancak sabah güneşinin ışıklarıyla uyanabildim.
Dönüp arkadaşımın yanına geldiğimde benden ne yaptığımı sordu.
`Hiçbir şey yapmadım` dedim ve sonra da başımdan geçeni olduğu gibi anlattım.
Bir başka gece, yine arkadaşıma aynı şekilde rica ettim. Ricamı kabul etti. Yola çıkıp Mekke`ye geldiğimde, geçen sefer işittiklerimin aynısını yine işittim.
Hemen orada çöküp yine seyre daldım. Derken Allah, yine kulaklarımı tıkadı. Vallahi, beni uykudan ancak güneşin sıcaklığı uyandırabildi. Uyanır uyanmaz arkadaşımın yanına vardım ve başımdan geçeni olduğu gibi anlattım. Bundan sonra Allah beni peygamberlik vazifesiyle şereflendirinceye kadar böyle şeylere teşebbüs etmedim."
Kâinatın Efendisi Peygamberimiz (a.s.m.) on iki yaşına girmişti. Onu yanında barındıran Ebû Tâlib ise o sırada büyük bir geçim sıkıntısı içinde idi. Bunun için de ticaretle uğraşmaya kendisini mecbur hissetmekteydi. Bu maksatla da Kureyş`in o sene tertiplediği ticaret kervanına katılarak Şam`a gitmeyi kararlaştırdı.
Ebu Talib gibi, ev halkı da Kâinat Efendisinin başına yolda bir şeylerin gelmesinden korktukları için bu seyahat katılmasını istemiyorlardı... Ancak O, amcasıyla birlikte gitmeyi candan arzuluyordu. Günlerce üzgün durduktan sonra amcasına açılmak zorunda kaldı. Hasret ve hüzün dolu mübarek sesiyle ona şöyle hitap etmekten kendini alamadı:
"Amcacığım! Beni nereye ve kime bırakıp gidiyorsun? Burada ne annem var ne de babam."
Bu sözlerini gözyaşlarıyla bir çiçek gibi süsleyen Kâinatın Efendisinin derin hüzün ve üzüntüsüne değil kendisini canı gibi seven Ebû Tâlip, en katı yürekliler bile dayanamazdı.
Şefkat duygusunu coşturan bu ifâdeler karşısında Ebû Tâlip derhal kararını değiştirdi. Kâinatın Efendisi de amcasıyla birlikte gidecekti.
Rahip Bahîra`nın Müşahede ve Tespiti
Busra panayırına yakın küçük bir manastırda o sıra bir rahip yaşıyordu: Bu râhip, Hıristiyanların o zaman hatırı sayılır bir âlimi idi. Çünkü, manastırda bir kitap vardı ki, orada ibadete kapanan her rahip, o kitaptan okuyarak Hıristiyanların en bilgili kimsesi olurdu.
Kureyş`in ticaret kafilesi, her sene olduğu gibi bu sene de rahibin bu manastırına yakın bir yerde konakladı.
Bilgin Râhip, kafilede o âna kadar rastlamadığı bazı garipliklere şahit olmuştu. Manastırda, Kureyş kafilesini seyrederken, bir bulutun Efendiler Efendisini gölgelediğini görmüştü.
Kafile gelip bir ağacın altına konunca, aynı bulutun ağacı da gölgelediğini; ağacın dallarının ise, nur çocuğun üstüne âdeta eğilip gölge ettiğini müşahede etmişti.
Bu garipliği gören rahip Bahîra onları yemeğe çağırmak istedi.
Mekkelilere şu haberi gönderdi:
"Ey Kureyşliler! Size yemek hazırladım, bu ziyafetime, büyüğünüz, küçüğünüz, hürünüz, köleniz dahil hepinizin gelmesini istiyorum."
Dâvete icabet edildi ve sofraya oturuldu. Ancak, kafileden sofrada bir tek kişi eksikti:
Bahîra`nın aradığı Kâinatın Efendisi. Nur Çocuk yaş itibariyle en küçükleri olduğundan kafilenin eşyalarını beklemekle vazifeli olarak ağacın altında oturuyordu.
Bahîra, bütün dikkati ile sofradakileri süzmekle meşguldü. Ancak, aradığı nurlu sîmâ yoktu aralarında. Sordu:
"İçinizde yemeğe gelmeyen, geride kalan kimse var mı?"
Cevap verdiler:
"Hayır, ey Bahîra, senin dâvetine icabet edip gelmeyen kimse yok. Sadece bir çocuk var. Eşyalarımızı beklemek üzere bırakılmış bir çocuk."
Bahîra, onun da gelmesini ısrarla istedi. Kureyşli tüccarlar Bahîra`nın bu ısrarlı isteğini reddetmediler ve Kâinatın Efendisi Nur Çocuğu da alıp getirdiler.
Yemek yendi ve sofradakiler dağılırken Bahîra, Kâinatın Efendisi Peygamberimizin kulağına eğildi ve
"Bak delikanlı, Lât ve Uzza hakkı için sana soracağım şeylere cevap ver."
Nur gözlerde bir rahatsızlık, bir nefret belirtisi.
"Lât ve Uzza adına benden bir şey isteme. Vallahi onlardan nefret ettiğim kadar, hiçbir şeyden nefret etmem." Bahîra, önceki teklifinden vazgeçti.
"O halde Allah hakkı için, sana soracaklarıma cevap ver."
Peygamber Efendimiz,
"İstediğini sor" buyurdu.
Sorduğu her soruya aldığı cevap Bahîra`yı hayretler içinde bırakıyordu. Çünkü onun son peygamber hakkında bildiklerine aynen uyuyordu. Son olarak Kâinatın Efendisinin sırtına baktı ve Peygamberlik Mührünü gördü.
Artık Bahîra`da, şeksiz şüphesiz kesin kanaat hasıl olmuştu: Bu genç, beklenen Son Peygamberdi.
Rahib Bahîra ile Ebû Tâlip Başbaşa
Rahib Bahîra, bu teşhisinden sonra, Efendimizin amcası Ebû Tâlib`in yanına vardı.
Aralarında şu konuşma geçti:
"Bu çocuk senin neyin olur?"
"Oğlumdur."
"Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının hayatta olmaması lâzım."
"Evet, doğru söyledin, o benim öz oğlum değil, yeğenimdir."
"Peki, babasına ne oldu?"
"Annesi bu çocuğa hamile iken vefat etti."
"Evet, doğru konuştun."
Bahira`ca, artık her şey apaçık ve kesindi.
Sonunda, Peygamberimizin amcasına şu tavsiyede bulunarak hakperestliğini gösterdi:
"Yeğenini hemen memleketine geri götür. Onu hasetçi Yahudilerden koru. Vallahi, Yahudiler çocuğu görüp de benim fark ettiklerimi onlar da fark ederlerse ona kötülükte bulunurlar. Çünkü, senin bu yeğenin ileride büyük şân ve nâm kazanacaktır. Durma, onu hemen geri götür."
Bu tavsiye üzerine Ebû Tâlip, mallarını orada satarak aziz yeğeni ile Mekke`ye geri döndü.