İSRA VE MİRAÇ
Hüznün gönülleri kuşattığı, ümitlerin tükenme noktasına geldiği o günlerde yüce Allah, habibi Hz. Muhammed'i (sav) huzuruna kabul ederek İsrâ ve Miraç ile şereflendirdi. Cenab-ı Hakk, bir bakıma Resulünü, sabır ve tahammülü dolayısıyla hem teselli etmek hem de ödüllendirmek istedi. Bunun için Miraç olarak anılan büyük mucizevi olayı gerçekleştirdi
“−Ben Kâbe’nin Hatîm kısmında uyku ile uyanıklık arasında idim... Yanıma merkepten büyük, katırdan küçük beyaz bir hayvan getirildi. Bu Burak’tı. Ön ayağını gözünün gördüğü en son noktaya koyarak yol alıyordu. Ben onun üzerine bindirilmiştim.
Peygamberimiz Cebrail ile birlikte Burak atına binerek Küdüs’e geldi
Peygamber (s.a.s) taşında kendisiyle birlikte yükseldiğini görünce taştan durmasını istedi. Taş havada asılı kaldı. Daha sonra Yahudiler bu taşın etrafını çevirdiler.
Dünyadan Semaya
Peygamberimiz buyurdu;
Cibrîl -aleyhisselâm- beni götürdü. Dünyâ semâsına kadar geldik. Kapının açılmasını istedi.
«−Gelen kim?» denildi.
«−Cibrîl!» dedi.
«−Berâberindeki kim?» denildi.
«−Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-» dedi.
«−Ona Miraç dâveti gönderildi mi?» denildi.
«−Evet!» dedi.
«−Hoş gelmişler! Bu geliş ne iyi geliştir!» denildi ve kapı açıldı. Kapıdan geçince, orada Hazret-i Âdem -aleyhisselâm-’ı gördüm.
«−Bu babanız Âdem’dir! O’na selâm ver!» denildi. Ben de selâm verdim. Selâmıma mukâbele etti. Sonra bana:
«−Sâlih evlât hoş geldin, sâlih Peygamber hoş geldin!” dedi. Sonra Hazret-i Cebrâîl beni yükseltti
2. Sema
İkinci semâya geldik. Burada Hz. Yahyâ ve Hz Îsâ (a.s) ile karşılaştım. Onlar Teyze oğullarıydı.
3. Sema
Sonra Cebrâîl beni üçüncü semâya çıkardı ve orada Hz. Yûsuf (a.s) ile karşılaştık.
4. Sema
Dördüncü kat semâda Hz. İdrîs (a.s) ile karşılaştık.
5 Sema
Beşinci kat semâda Hz. Harun (a.s) ile karşılaştık
6. Sema
Altıncı kat semâda ise Hz. Musa (a.s) ile karşılaştık.
«−Sâlih kardeş hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi. Ben onu geçince, ağladı. O’na:
«–Niye ağlıyorsun?» denildi.
«−Çünkü, benden sonra bir delikanlı Peygamber oldu, O’nun ümmetinden Cennete girecek olanlar, benim ümmetimden Cennete girecek olanlardan daha çok!» dedi.
7. Sema
Sonra Cebrâîl beni yedinci semâya çıkardı ve İbrâhîm -aleyhisselâm- ile karşılaştık. Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«−Bu, baban İbrâhîm’dir; ona selâm ver!» dedi. Ben selâm verdim; O da selâmıma mukâbele etti. Sonra:
«−Sâlih oğlum hoş geldin, sâlih peygamber hoş geldin!» dedi. Daha sonra bana:
«−Yâ Muhammed! Ümmetine benden selâm söyle ve onlara Cennetin toprağının çok güzel, suyunun çok tatlı, arâzisinin son derece geniş ve dümdüz olduğunu bildir. Söyle de Cennete çok ağaç diksinler. Cennetin ağaçları “Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” demekten ibârettir.» dedi.
Sidre'tül Münteha
Sonra Sidretü’l-Müntehâ’ya çıkarıldım. Bunun meyveleri (Yemen’in) Hecer testileri gibi iri idi, yaprakları da fil kulakları gibiydi.
Cebrâîl -aleyhisselâm- bana:
«−İşte bu, Sidretü’l-Müntehâ’dır!» dedi.” Burada dört nehir vardı: İkisi bâtınî nehir, ikisi zâhirî nehir.
«–Bunlar nedir, ey Cibrîl?» diye sordum. Cebrâîl -aleyhisselâm-:
«–Şu iki bâtınî nehir, Cennetin iki nehridir. Zâhirî olanların biri Nil, diğeri de Fırat’tır!» dedi...” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Enbiyâ, 22, 43; Menâkıbu’l-Ensâr, 42; Müslim, Îman, 264; Tirmizî, Tefsîr 94, Deavât 58; Nesâî, Salât, 1; Ahmed, V, 418) Sidretü’l-Müntehâ’da Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ey Allâh’ın Resûlü! Buradan öteye yalnız gideceksin!” dedi. Resûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Niçin ey Cibrîl?” diye sordu. O da cevâben:
“–Cenâb-ı Hak bana buraya kadar çıkma izni vermiştir. Eğer buradan ileriye bir adım atarsam, yanar kül olurum!..” dedi. (Râzî,)
Artık bundan sonraki yolculuğa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yalnız devâm etti. Kendisine hârikulâde tecellîler lutfedildi. Cenâb-ı Hakk’ın cemâliyle müşerref oldu.
Bu yolculuktaki hârikulâdeliklerin lâyıkıyla ifâdeye dökülmesi, hayâl ötesi bir hakîkati, beşer idrâkinin çerçevesine sığdırmaya çalışmak gibi zor bir keyfiyettir. Hakîkati ve asıl mâhiyeti Allâh ile O’nun Habîbi arasında ebedî bir sır olarak kalan muhteşem tecellîler, tamâmen “âlem-i gayb” şartları dâhilinde tahakkuk etmiştir.
Miraç Gecesi’nde Peygamber Efendimizin Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gitmesi ve Allah huzuruna yükselmesi dışında Kur’anı Kerim’den ayet inmiştir. Bu ayet Amenerrasulü olarak bilinen ve Bakara Suresi’nde yer alan ayettir. Amenerrasulü surenin 285 ve 286.ayetlerindedir.
Sadık Dost Hz. Ebu Bekir (R.A)
Varlık Nûru, Kâinâtın Sürûru Efendimiz, İsrâ ve Mîrâc hâdisesini Kureyş müşriklerine haber vereceği zaman:
“–Ey Cebrâîl, kavmim beni tasdîk etmez!” dedi.
Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Ebûbekir Sen’i tasdîk eder. O sıddîktır.” dedi. (İbn-i Sa’d, I, 215)
Müşrikler, Mîrâc hâdisesini duyduklarında, derhâl yalanlamaya koyuldular. Ortalığa bir dedikodu velvelesi hâkim oldu. Bunu fırsat bilerek, müminleri de bu yolda vesveselerle imanlarından caydırmak istediler. Hatta Hz. Ebubekir’e bile gittiler. Ancak o, Hz. Peygamber (s.a.s)’e olan dâsitânî bir îman sadâkatinin şevki içinde:
“–O ne söylüyorsa doğrudur! Çünkü O’nun yalan söylemesine imkân ve ihtimal yoktur! Ben, O’nun her getirdiğine peşinen inanırım...” dedi.
Müşrikler:
“−Sen O’nu tasdik ediyor, bir gecede Beytü’l-Makdis’e gidip geldiğine inanıyor musun?” dediler.
Hazret-i Ebûbekir (r.a):
“−Evet! Bunda şaşılacak ne var? Vallahi O bana, gece veya gündüzün herhangi bir vaktinde kendisine Allah’tan haber geldiğini söylüyor da ben yine O’nu tasdik ediyorum.” dedi.
Daha sonra Ebûbekir (r.a)-, o sırada Kâbe’de bulunan Peygamber Efendimiz ‘in yanına gitti. Olanları bizzat O’nun mübarek fem-i saâdetinden dinledi ve:
“– (doğru söyledin), yâ Rasûlallâh!..” dedi.
Allâh Resûlü (s.a.s) de, O’nun bu tasdikinden gayet memnun kalarak cihanı aydınlatan tebessümüyle Hz. Ebubekir’e:
“–Yâ Ebâbekir, sen «Sıddîk»sın!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, II, 5)
O günden sonra Ebûbekir (r.a)- “Sıddîk” lâkabıyla meşhur oldu. Ashap-ı kiram da Ebubekir (r.a) gibi Allâh Resûlü (s.a.s)’i tasdik ettiler.
Peygamberi Sorguya Çektiler
Müminleri kandıramayan müşrikler, bu defa Peygamber Efendimiz ‘in huzuruna çıkarak akıllarınca O’nu imtihan etmeye kalktılar. Beyt-i Makdis’i sordular. Cenâb-ı Hak, Beyt-i Makdis’i Resul’ünün gözleri önüne getirdi. Allâh Resulü (s.a.s) da sorulan suallere Beyt-i Makdis’i seyrederek cevap verdiler.
Müşrikler, bu defa da yoldaki bir kervandan ve o kervandaki bâzı hususiyetlerden sordular:
“‒Ey Muhammed! Sen bize, bizim için Beytüʼl-Makdisʼten daha önemli olan kervanımızdan haber ver!” dediler.
Allâh Resûlü (s.a.s)
“‒Şu vadide filân oğullarının kâfilesine rastladım. Onları bir hayvanın gizli sesi ürkütmüş, bir develeri kaçmıştı. Ben kaçan develerinin yerini onlara gösterdim.” buyurdu.
Daha sonra şöyle devam etti:
“‒Dacnân mevkiine geldiğimde filân oğullarının kervanına rastladım. İnsanlar uyuyorlardı. İçinde su bulunan bir kapları vardı, onun üzerine bir şey örtmüşlerdi. Örtüsünü açtım ve içindeki suyu içtim. Sonra üzerini yine eskisi gibi kapattım. Onların kâfilesi, şimdi Beyzâʼdan, Tenʼim yokuşundan iniyordur. Kâfilenin önünde boz erkek bir deve, devenin üzerinde de birisi siyah, birisi de alaca iki çuval vardır.”
Aldıkları cevaplarla şaşkına dönen müşrikler:
“‒Lât ve Uzzaʼya yemin olsun ki işte bu, tam bir işarettir.” dediler. “Belki son söylediği doğru çıkmaz.” düşüncesiyle Tenʼim yokuşuna doğru hızla gittiler. Kervanı gözlemeye başladılar. Kervan görününce:
“‒Vallahi işte kervan geliyor! Boz deveyi de en öne sürmüşler!?” dediler.
İlk karşılaştıkları deve, kendilerine tarif edildiği gibi idi. Kâfileye su kabını sordular. Onlar da kabı dolu olarak bıraktıklarını, üzerini örttüklerini, fakat sonradan örtüsünü açtıkları zaman içinde su bulamadıklarını söylediler.
Allah Resulünün bu su içmesi meselesi aynı zamanda Miracın hem bedenen hem de ruhen birlikte tahakkuk ettiğine delâlet eden hususlardan biridir.
Mucizeye Rağmen İnanmadılar
Kureyş müşrikleri, kervanlarındaki develerin ve çobanların sayısına varıncaya kadar, sormadık bir şey bırakmadılar. Resûlullah (s.a.s) de hepsinin doğru cevabını verdi. Çünkü kervan da o an tıpkı Mescid-i Aksâ gibi Resûlullâhʼın gözlerinin önüne getirilmişti. Lâkin kalpleri kilitli olanlar, inatlarında devam ederek:
“–Bu apaçık bir sihirdir!” dediler.
Zavallı, ahmak ve bedbaht müşrikler, Mîrâc hâdisesine de inanmamışlar, yine Allah’ın Resul’ünü alaya almışlardı. Artık Âlemlerin Efendisi’nin onların arasında olma nimetini, yaptıkları yakışıksız hareketlerle tamamen ellerinden kaçırmışlardı. Artık bu büyük nimetin, kadrini bilmeyen Mekkelilerden geri alınmasının vakti gelmişti. Zira onlar, şerefine yaratıldıkları bir Peygamber’e karşı akla hayâle gelmedik haksızlık ve nankörlükte bulunmuşlar, iyice haddi aşmışlardı.
Gerçekten, yapılacak tek şey kalmıştı: “Allâh’ın, Varlık Nûru’nu onların arasından çekip alması ve O’nun kadr ü kıymetini bilecek başka bir topluluğa ihsan buyurması!..”
Zâten Cenâb-ı Hak, Tâif yolculuğunun üzerinden fazla bir zaman geçmeden Kur’an’a ve Rasûl’e bey’at edecek mümtaz topluluğun ilk habercilerini bir grup hâlinde Sevgili Habibi’ne göndermişti…