PEYGAMBERİMİZİN GENÇLİK YILLARI
Dördüncü Ficar Muharebesi
Peygamber Efendimiz, yirmi yaşında iken Dördüncü Ficar Muharebesi patlak verdi. İlamdan evvel, Cahiliye devrinde, Araplar arasında cinayetlerin, kanlı çarpışma ve şiddet olaylarının, kan davalarının ve her türlü hırsızlık ve yolsuzlukların ardı arkası kesilmiyordu. Muharrem, Receb, Zilkâde ve Zilhicce ayları öteden beri Araplarca mukaddes aylar sayılıyordu. Bu aylarda her türlü kötülüğün işlenmesi, her türlü haksızlığın yapılması, kan dökülmesi kesinlikle yasaktı. Bunun için de "haram aylar" adıyla anılıyorlardı.
Araplar arasında Ficar Muharebeleri dört kere meydana gelmişti. Birinci Ficar Muharebesi sırasında, Kâinatın Efendisi henüz on yaşlarında bulunuyordu.
Dokuz sene gibi uzun bir zaman süren bu dört muharebe, aslında basit ve ehemmiyetsiz hâdiseler yüzünden meydana gelmişti
Peygamberimizin yirmi yaşlarında iken katıldığı Dördüncü Ficar Muharebesi ise, Kureyş ile Kinâneoğulları ile Kays-ı Aylan kabileleri arasında Kinâneli Barraz bin Kays adındaki adamın Kays-ı Aylan (Havazin) Kabilesinden Urve namındaki adamı öldürmesi neticesi çıkmıştı.
Kureyşliler, Kinâneoğullarının müttefiki bulunduklarından, dolayısıyla bu muharebeye katılmak zorunda kalmışlardı. Ukaz Panayırında yapılan Dördüncü Ficar Muharebesine Ebû Tâlip, haram ayda olduğu ve çok zulüm işleneceğini tahmin ettiği için katılmak istememişti. Kureyş Kabilesinin diğer kollarının diretmesi üzerine iştirâk etmek mecburiyetinde kaldı.
Muharebe sırasında, Ebû Tâlib`in aziz yeğeni Efendimizi bir iki defa yanına alarak götürdüğü rivayet edilmiştir. Ancak o, sadece atılan düşman oklarını toplayıp, amcasına vermekle yetinmiştir.
Çarpışmanın bir türlü son bulmadığını gören taraflar, nihâyet birbirlerine anlaşma teklif ettiler. Buna göre, ölüler sayılacak, hangi tarafın ölüsü fazla ise, diğer taraf onların diyetlerini ödeyecek, böylece de harp son bulmuş olacaktı.
Peygamberimiz Hilfu’l Füdul Cemiyetinde
Bardağı taşıran son damla, Yemen`in Zebid Kabilesinden birinin bir deve yükü malının şehrin ileri gelenlerinden Âs bin Vâil tarafından gasbedilmesi hâdisesi oldu. Zebidlinin yardım istemek maksadıyla çaldığı her kapı, yüzüne kapatılıyordu. Sonunda Ebû Kubeys Dağına çıkarak uğradığı zulüm ve hakareti Kureyşlilere yüksek sesle bildirmeyi denedi ve bu yüksek tepeden şehir halkını yardıma çağırdı.
Hâşim, Muttalib, Zühre, Esed, Hâris, Teymoğullarının ileri gelenlerinden birçoğunun iştirâkı ile, Mekke`nin zengin, itibarlı ve en yaşlısı sayılan Abdullah bin Cud`a`nın evinde toplanıldı ve "Hil-fu`l-Füdul" cemiyeti kuruldu. Uzun uzadıya konuşup tartıştıktan sonra şu maddeleri karar altına aldılar:
Mekke`de ister yerlisinden ister dışarıdan olsun-zulme uğramış kimse bırakılmayacaktır.
Bundan böyle Mekke`de zulme asla meydan verilmeyecek, zalime asla müsâmaha ve fırsat tanınmayacaktır.
Mazlumlar zâlimlerden haklarını alıncaya kadar mazlumlarla beraber hareket edilecektir
Cemiyetin yaptığı ilk iş, Yemenli Zebîdî`nin ticaret maksadıyla getirdiği malın As bin Vâil`den geri alınması oldu. Sevgili Peygamberimiz de henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen, yaşlılardan teşekkül eden bu cemiyete amcalarıyla birlikte katılmış ve zulme karşı birleşmede, re`yini müsbet olarak izhar etmiştir.
Bu, Efendimizin genç yaşından beri olgun düşüncelere sahip olduğunun, zulme karşı nefret duyduğunun ve henüz o zamandan beri kavmi ve kabilesi arasında büyük bir itibara lâyık görüldüğünün ifadesidir.
Peygamberimizin Şam`A İkinci Gidişi
Mekke'de Peygamber Efendimizin akrabalarından zengin bir dul kadın vardı: Hatice bint-i Hüveylid. O da servetiyle ticaret kervanlarına ortak oluyordu.
Peygamber Efendimiz yirmi beş yaşında bulunduğu sırada, Kureyş yine Şâm'a göndermek üzere bir ticaret kervanının hazırlığı içindeydi. Bu kervana Hz. Hatice de mallarıyla iştirak edecekti. Her seferinde olduğu gibi, bu defa da mallarının başında gönderecek emin ve sağlam adamlar arıyordu.
Geçim sıkıntısı içinde kıvranıp duran Ebû Talip bunu duydu. Himâyesinde bulunan yeğeni Nebiyy-i Muhterem Efendimizi yanına çağırarak kendisine açılmak zorunda kaldı ve şöyle konuştu:
"Ey kardeşim oğlu! Mal ve mülk sahibi olmadığımı biliyorsun. Şiddetli kıtlık ve kuraklık elimizi, avucumuzu kuruttu. Bizde ne ticaret bıraktı ne de kalkacak, kımıldanacak güç ve derman. Bak, kavminin ticaret kervanı Şam'a gitmeye hazırlanıyor. Hüveylid'in kızı Hatice de bu kervana yükleyeceği mallarla katılacak ve mallarıyla birlikte kavminden bazı kimseler gönderecektir."
"Hatice, ticaretle uğraşan, serveti bol ve başkasının da bu servetten istifâde etmesini isteyen bir kadındır. Senin gibi emniyet edilen, temiz, vefalı bir insana onun bu konuda ihtiyacı vardır. Gidip bu hususu kendisine anlatsan, herhalde dürüstlüğün ve üstün meziyetlerinden dolayı seni başkalarına tercih edecektir."
Bu konuşmasının ardından endişesini de üzüntü içinde şöyle belirtti:
"Gerçi, seni Şam'a göndermekten çekiniyorum. Yahudilerin sana bir zarar vermesinden de korkuyorum. Ama ne yapayım ki, geçimimizi temin konusunda bundan başka hatırıma gelen bir fikir de yok."
Peygamberimiz (s.a.v.), "Amcacığım, sen nasıl istiyorsan öyle yap." buyurarak amcasını rahatlattı.
Ebû Talib'le Resul-i Ekrem Efendimiz arasında geçen konuşma, Hz. Hatice'ye ulaştı. Nebiyy-i Mükerremin doğru sözlü, güvenilir, emniyetli, üstün ahlâklı olduğunu bilen Hz. Hatice, hemen haber göndererek çağırttı, kendisine şöyle dedi:
"Sizi Şam'a gidecek ticaret mallarımın başında göndermek istiyorum. Sizin doğru sözlü, son derece güvenilir ve güzel ahlâklı olduğunuzu biliyorum. Size kavminizden hiç kimseye vermediğim yüksek bir ücret vereceğim."
Peygamber Efendimiz, teklifi amcası Ebû Tâlib'e haber verdi. Buna son derece sevinen amcası, "Bu Allah'ın sana ihsan ettiği bir rızıktır." dedi.
Ebû Tâlip, ücreti tayin etmeden yola çıkmasını münasip görmediğinden, Efendimize gidip bizzat Hz. Hatice ile bu hususu konuşmasını söyledi. Ancak Peygamber Efendimiz bunu istemediğini belli etti. Bunun üzerine Ebû Tâlip kendisi giderek,
"Ey Hatice," dedi. "Biz işittik ki, sen falanı iki erkek deve vermek üzere tutmuşsun? Biz, Muhammed için dört erkek deveden aşağısına razı olmayız."
Efendimiz gibi son derece itimad edilir birini bulan Hz. Hatice sevinçliydi.
"Ey Ebû Tâlib," dedi. "Sen çok kolay ve hoşa gidecek bir ücret istemiş bulunuyorsun. Bundan daha fazlasını isteseydin ben yine kabul ederdim."
Ebû Tâlib, bu sözlerden fazlasıyla memnun oldu.
Hz. Hatice, kölesi Meysere'yi de Resulullah Efendimizin emrine verdi ve ona şu tembihte bulundu:
"Sana ne emrederse derhal itaat edeceksin. Hiçbir fikrine aykırı iş görmeyeceksin. Bir dediğini iki etmeyeceksin ve her hâlini bana bildireceksin."
Ticaret kervanı üç aylık yorucu bir yolculuktan sonra, Şam topraklarına vardı. Kervana iştirak edenlerin her biri Busra Panayırının münasip yerlerine tezgâhlarını kurdular. Kâinatın Efendisi ise, oradaki manastıra yakın bir zeytin ağacının altına indi.
Rahip Nastura ve Efendimiz
Efendimizin daha önceki Şam seyahati sırasında manastırda bulunan Rahib Bahîra ölmüş, yerini Nastûra adındaki rahibe bırakmıştı. Efendimizin, zeytin ağacının altına inmesi, pencereden gelen kafileyi seyreden Rahibin dikkatinden kaçmadı. Önceden tanıştığı Meysere'yi yanına çağırdı ve ağacın altında konaklayanın kim olduğu sordu.
Meysere, "O Kureyş ve Mekke halkından bir zâttır." dedi. Nastura bir anlık bir düşünceye daldı. Sonra da Meysere'yi hayretler içinde bırakan fikrini açıkladı:
"O ağacın altına şimdiye kadar peygamberden başka kimse inmemiştir."
Daha sonra Meysere'ye şu suâli yöneltti:
"Onun gözünde biraz kırmızılık var mıdır?"
Meysere'den "Evet" cevabını alınca, teşhisini kesinleştirdi:
"O, peygamberdir. Hem de peygamberlerin sonuncusudur."
Meysere, heyecan ve hayretinden şaşkına döndü. İstikbalin Peygamberinin hizmetinde bulunma saadet ve sevinci vücudunun bütün zerrelerine bir anda yayıldı. Rahibin söyledikleri de hafızasına iyice nakşolmuştu.
Satışlar tamamlanmış, alınacaklar alınmıştı. Bir de baktılar ki, Peygamberimiz (s.a.v.) herkesten ziyade kârlı bir ticaret yapmış. Bu sefer Meysere'nin hayretine, kafiledekilerin de hayret ve şaşkınlığı katıldı.
Kervan, Busra'dan ayrılarak Mekke'ye doğru yola çıktı.
Melekler Gölge Ediyor
Kervan sıcak kumlar üzerinde Mekke'ye doğru yol alıyordu. Kızgın güneş, ateşten oklarını yere saplamakta idi. Fakat o da ne? Meysere gözlerine inanamıyordu. Acaba yanlış mı görüyordu? Ama hayır, tamamıyla gerçekti. İki melek, kavurucu sıcaktan rahatsız olmaması için, bulut tarzında Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik yapıyordu.
Artık kervan, Mekke'den görülmeye başlanmıştı. Hz. Hatice, evinin damında Kureyş kadınlarıyla birlikte gelen kafileyi gözlüyordu. Herkes gibi o da hayret içindeydi. Gelen Muhammed ve Meysere'ydi. Ya, Muhammed'in (a.s.m.) başı üzerinde gelenler ne?
Yine iki melek Kâinatın Efendisi üzerinde gölgelik ediyorlardı. Hatice heyecan içinde yanındaki kadınlara da bu garipliği gösteriyordu:
"Bakın, bakın, Muhammed melekler tarafından gölgeleniyor."
Kervan Mekke'ye ulaştı. Peygamberimiz (s.a.v.), malları Hz. Hatice'ye teslim etti. Hatice de getirilen malları yüksek bir kârla sattı.
Meysere, Rahib Nastura'nın söylediklerini ve yolda gördüğü garipliği, Meysere bir bir Hatice'ye anlattı.
Hz. Hatice Meysere'den duyduklarını ve kendisinin gördüğünü vakit geçirmeden gidip amcası oğlu Varaka bin Nevfel'e anlattı.
Varaka bilgili bir Hristiyan’dı. Putperestliğe taraftar değildi. Kendi hâlinde yaşlı ve aklı başında bir insandı. Hatice'den duydukları karşısında o da hayretini gizleyemeyerek şöyle dedi:
"Eğer bu söylediklerin doğru ise, şüphesiz Muhammed, bu ümmetin peygamberidir. Ben, zaten bu ümmetten bir peygamberin çıkacağını biliyor ve onu bekliyordum. Bu zaman, onun tam zamanıdır."
Bu ifade ve itiraf karşısında Hz. Hatice'nin gönlü sevinçle doldu.