GÜNCEL

TEBÜK SEFERİ

 







Hicretin 9. senesi, Receb ayı. (Milâdî 630.)

Zamanın en güçlü devletleri arasında yer alan Bizans`tı. Başında Kayser Heraklius vardı. Çevredeki Hıristiyan Araplardan da gördüğü tahrik neticesinde İslâmı ortadan kaldırmak maksadıyla büyük bir ordu hazırlıyordu.

Bu maksatla Cüzâm, Lahm, Âmile, Gassan, v.s. gibi kabileler de Heraklius`un bu ordusuna katılacaklardı.Durumu Resûlullah Efendimiz derhal haber aldı ve ânında hazırlığa başladı.

 


Münafıklar Sahnede



Sıcaklık, kıtlık ve kuraklık her tarafı kasıp kavuruyordu. Bahçelerde meyvelerin tam olgunlaştığı bir zamandı. İnsanların, güneşin kavurucu sıcaklığından birazcık olsun uzak kalmak için bağ ve bahçelerindeki ağaçların gölgelerine oturmak için en şiddetli arzuyu duydukları bir mevsimdi.

İslâm ordusu dünyanın en büyük devletlerinden biri olan Bizans`a karşı harbe çıkacaktı. Gönüllerinde Allah muhabbeti yerine dünya, mal, mülk sevgisi bulunan kimseler, buna nasıl iştirak edebilirlerdi. Münafıkların yine ortalığı karıştırmaya başladığı görülüyordu.

Reisleri Abdullah bin Übeyy, Müslümanlar arasına fitne sokmak, onlarda harbe karşı bir gevşeklik, bir çekingenlik meydana getirmek gayesiyle şöyle konuşuyordu:

"Muhammed Roma Devletini oyuncak mı zannediyor?  Onun ve Ashabının esir düşeceklerini şimdiden görür gibiyim."

Diğer münafıklar da "Bu sıcakta harbe mi çıkılır?" diyorlardı.

Bazı münafıklar ise kadınlara olan düşkünlüğünü, harbe iştirak etmemek için bahane ediyordu. Daha bir ok münâfık böylesine sudan bahanelerle Peygamber Efendimizden izin istediler. Bunun üzerine, seksenden fazla münâfığa izin verildi.

 


İslâm Ordusu Hazır


 




Ordu, otuz bin kişi idi. Bunun on binini süvariler teşkil ediyordu.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz Medine`de yerine Muhammed bin Mesleme`yi (r.a.) vekil bıraktı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve "Medine`de muhakkak ya ben ya da sen kalacaksın" buyurdular.

Hz. Ali ağladı, "Yâ Resûlallah!" dedi. "Gittiğin her tarafta ben senin yanında bulunmak isterdim. Tek arzum buydu. Beni çocuk ve kadınlar arasında vekil mi bırakıyorsun?"

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) cevaben, "Bana göre sen, Musa’ya göre Harûn gibi olmaya razı olmaz mısın? Şu kadar farkla ki, benden sonra Peygamber gelmeyecektir “buyurunca, Hz. Ali hiç beklemeden son sürat Medine`ye geri döndü.

Peygamber Efendimiz, orduya hareket emrini vermeden önce, en büyük sancağı Hz. Ebu Bekir`e teslim etti.

 


İslâm Ordusunun Medine’den Hareketi

 




Receb ayının bir perşembe günü idi. Efendimizin emriyle İslâm ordusu Medine`den Tebük`e doğru harekete geçti.

Peygamberimiz tarafından Hz. Ali`nin Medine`de bırakılması üzerine de münafıklar, aralarında ileri geri konuşmaya başladılar. Maksatları, bunu vesile ederek İslâm camiasında bir huzursuzluk meydana getirmekti.

Şöyle diyorlardı:

"Herhalde, onu yanında götürmek istemediğinden Medine`de bıraktı!"

Hz. Ali bu sözleri duyar da durur mu?

Derhal silahlanıp İslâm ordusunun arkasına düştü.  Cürf denilen mevkide Resûl-i Kibriyâ Efendimizle buluştu. Peygamber Efendimiz,

"Ya Ali! Neden dolayı çıkıp geldin?" diye sordu.

Hz. Ali, "Yâ Resûlallah! Münafıklar, senin bana kıymet vermediğini söylüyorlar. Bende görüp hoşlanmadığım bir şeyden dolayı beni yanında götürmediğinden söz ediyorlar."

Peygamber Efendimiz Güldü: "Onlar, yalan söylemişlerdir. Ben, seni arkamda bıraktıklarıma vekil tayin ettim. Derhal geri dön. Gerek benim ev halkım ve gerek senin ev halkın içinde vekilim ol!" buyurdu.

Sonra ilâve etti:

 Hz. Ali, Peygamber Efendimizin sözlerini tasdik edip derhal Medine`ye döndü.

 

 

Peygamberimizin Yağmur Duası




Hıcr mevkiinde sabahlayan İslâm ordusunda büyük bir susuzluk baş gösterdi. Mücahitlerin su kaplarında su kalmamıştı.

Münafıklar fırsat bilerek dedikoduya başladılar:

"Eğer Muhammed, gerçekten bir peygamber olsaydı, Musa Peygamberin kavmine, Allah`tan yağmur dileyip, yağmur yağdırdığı gibi, o da Allah`tan yağmur diler, yağmur yağdırırdı.

Peygamber Efendimiz bu ileri geri konuşmaları duyunca,

"Demek onlar, böyle söylüyorlar öyle mi?

Allah`ın, size yağmur yağdıracağını umarım" buyurdu.

Resûlullah (a.s.m.), ellerini açarak duâ etti. Daha duasını bitirmeden, hava birdenbire karardı. Önce yağmur çiselemeye başladı. Sonra da sağnak halinde boşaldı. Bütün mücahidler kaplarını doldurdular.

 



Kasvâ`nın Kaybolması




Sefer sırasında bir ara Resûl-i Ekrem Efendimizin devesi Kasvâ kayboldu.bAshab-ı Kiram bir süre aradılarsa da onu bulmaya muvaffak olamadılar.

Kâinatın Efendisi "Vallahi, ben ancak Allah`ın bana bildirdiğini bilirim. Ondan başkasını asla bilemem!" buyurdu ve ilâve etti:

"Şimdi de Allah bana bildirdi ki, Kasvâ filan ve filan dağların arkasındaki vadidedir. Yuları bir ağaca takılmış olarak duruyor. Hemen gidiniz onu bana getiriniz."


Sahabîler, Hz. Resûlullahın tarif ettiği yere gittiklerinde, deveyi aynen yuları bir ağaca dolanmış halde buldular ve alıp getirdiler.

 

İslâm Ordusu Tebük`te





Nihâyet, kavurucu sıcaklar altında ve sıcaktan âdeta kaynayan kumlar üzerinde yapılan yorucu bir yolculuktan sonra İslâm ordusu on dokuzuncu konak yeri olan Tebük`e vardı.

Fakat, ortada ne Bizans ordusu ne de bir başkası vardı. Doğu Roma İmparatoru giriştiği hazırlıktan, cesaretsizliği sebebiyle son anda vazgeçmişti.



Peygamberimizin Tâunla İlgili Emri

 



Peygamber Efendimiz Tebük`te iken, Şam taraflarında bir yerde tâun (veba) hastalığının ortaya çıkmış olduğunu duydu. Bunun üzerine Ashabına hitaben şöyle buyurdu:

"Bulunduğunuz herhangi bir yerde tâun zuhur ettiği zaman oradan çıkmayınız, kaçmayınız!

"Tâun zuhur eden yere de sakın yaklaşmayınız."

Yukarıdaki sözleriyle Resûl-i Ekrem Efendimiz aynı zamanda, tıpta mühim bir yer işgal eden "karantina" usulüne de ta o zamandan işaret buyurmuştur.

 



Eyle Hükümdarının Peygamberimize Gelmesi


Peygamber Efendimiz, henüz Tebük`ten ayrılmadığı sırada, Eyle Hükümdarı Yuhanne bin Ru`be çıkıp huzura geldi. Sulh yapmak istediğini belirtti. Her sene muayyen miktarda cizye vermek üzere Peygamber Efendimiz onunla anlaşma yaptı.

 

İslâm ordusunun Tebük`te ikameti sırasında Şam ülkelerinden Yahudi olan Cerba ve Ezruh halkı da Peygamber Efendimize gelerek, cizye vermek suretiyle emân dilediler. Peygamber Efendimiz tekliflerini kabul etti. Bir anlaşma metni yazılarak kendilerine emân verildiği kayıt altına alındı.




Mescid-i Dırar




Peygamber Efendimiz, Tebük seferine hazırlandığı sıradaydı. Kubâlı bir grup münafık huzura çıkarak,

"Yâ Resûlallah! Yağmurlu ve soğuk gecelerde hasta ve uzak yere gidemeyeceklerin namaz kılmaları için bir Mescid yapmış bulunuyoruz. Senin gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz."

Maksatları; Müslüman cemaati bölmek, İslam’ın ilk mescidi olan Kubâ Mescidinden, inşa ettikleri mescide adam çekip kendi nifak saçan emellerine onları âlet etmeye çalışmaktı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz içlerinde gizledikleri bu menhus niyet ve çirkin maksatlarını bilmiyordu. Bu sebeple onlara,

"Şu sırada Tebük seferine çıkmak üzereyim. Seferden dönersek ve Allah da dilerse gelir mescidinizde size namaz kıldırırız" buyurmuştu.

Tebük Seferi neticelenmiş Peygamber Efendimiz Ashabıyla Medine`ye dönüyordu. Medine yakınında bu münafıklar Peygamberimizin yoluna çıkarak kendilerine verilmiş olan sözü yerine getirmesini istediler

Fakat, Cenâb-ı Hak, onların bu art niyetlerinin tahakkuk etmesine fırsat vermedi. İşin iç yüzünü orada Resûlüne inzal buyurduğu şu âyetlerle bildirdi:

"O kimseler ki, Müslümanlara zarar vermek, küfre yardımda bulunmak, mü`minlerin arasına ayrılık sokmak ve bundan önce Allah ve Resûlüne karşı savaşa yeltenmiş kimsenin gelişini beklemek için bir mescid edindiler. `Bizim iyilikten başka bir kastımız yok` diye yemin ederler. Yalan söylediklerine ise Allah şâhittir.

"Onların binâ ettikleri mescid, kalblerinde bir şüphe olarak devam eder ve kalbleri parçalanıp ölmedikçe o şüpheden kurtulamazlar. Allah herzeyi hakkıyla bilir, her işi hikmetle yapar."

Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (a.s.m.), Mâlik bin Duhşum ile Âsım bin Adiyy`i çağırıp şu emri verdi:


"Şu, halkı zalim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız."

Peygamber Efendimizin bu emri derhal yerine getirildi. Kur`an`da "Mescidi Dırar (Zarar Mescidi)" olarak vasıflandırılan malum bina yakılıp yıkıldı.

 



Selâmı Alınmayan Sahabeler





Hz. Kâ`b bin MâlikHz. Mürâre bin Rebi` ve Hz. Hilâl bin Ümeyye, üçü de samimi, sağlam birer Müslümandı. Fakat üçü de meşru bir özürleri olmaksızın, sırf ihmalkârlıklarının eseri olarak Tebük Seferine çıkan orduya katılmayıp Medine`de kalmışlardı.

Kâ`b bin Mâlik, Tebük Seferine kadar Bedir hariç diğer bütün savaşlara katılmıştı. Hatta Uhud günü, her tarafın birbirine karıştığı o dehşetli anda Resûl-i Kibriyâ Efendimizi miğferi altında parlayan mübarek gözlerinden o tanıyıp Ashaba haber vermiş, onların toparlanması için seslenmişti. O günkü çarpışmada on bir yara da almıştı.

Hiçbiri kötü niyetle geri kalmış değildi. Ancak, ihmalkâr davranmışlar ve ordudan geri kalınışlardı. Bu durum da onların acı bir imtihan ve sıkıntı geçirmelerine sebep oluyordu. Efendimiz, henüz Mescidi Sadetlerinde iken bu üç Sahabe af dilemeye geldiler. Ne için geri kaldıklarını açık açık anlattılar.

 

Resûl-i Ekrem, Allah`ın kendisine vahiy ile bildireceği hükme kadar, diğer Müslümanların bu üç kişi ile görüşüp konuşmalarını da yasakladı. Bu yasak üzerine, artık herkes onlardan kaçıyordu. Artık yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmeye, ruhlarını sıkmaya, kalplerini sıkıştırmaya başlamıştı.

Bu durum tam elli gün devam etti.

"İki arkadaşım kaderlerine rıza göstererek evlerinde oturup günlerini ağlayarak geçiriyorlardı. Ben ise onlardan daha genç ve güçlü idim. Dışarı çıkıyor, Müslümanlarla beraber namaz kılıyor, sokaklarda çarşılarda dolaşıyordum. Fakat, bir tek kişi bile benimle konuşmuyordu.



Bir Yasak Daha


Kâ`b (r.a.) ve iki Sahabînin tutuldukları imtihan, çilelerinin kırkıncı günü bittikten sonra daha da şiddetlendi.

Resûl-i Ekrem Efendimiz onlara şu haberi gönderdi:

"Bundan böyle hanımlarına da asla yaklaşmayacaklardır! Bu emri alan Hz. Kâ`b, hanımına, "Bu hususta Allah`ın hükmü gelinceye kadar git babanın evinde, kal!" diye emretti. Görüldüğü gibi onlar da kendilerine yakışan sadakâtı göstermekte asla tereddüt göstermiyorlardı.



Beklenen Hüküm




Nihayet, bu üç Sahabînin çektikleri çilenin ellinci günü tamamlanmıştı. Cenâb-ı Hak, Resûlüne onlar hakkındaki hükmünü göndererek tövbelerinin kabul edildiğini şöyle müjdeledi:

"Haklarında hüküm bırakılmış olan üç kişiye de Allah tövbe nasip etti. Öyle ki, yeryüzü, o kadar genişliğiyle beraber onlara dar gelmiş, kalpleri sıkıştıkça sıkışmış ve Allah`ın azabından kurtulmak için Ondan başka sığınacak bir yer olmadığını anlamışlardı.

Sonra Allah onlara pişman olup dönmeleri için tövbe nasip etti. Muhakkak ki Allah, tövbeleri çokça kabul edici ve kullarına merhamet edicidir."

Cenâb-ı Hakkın, kendilerini affetmiş olduğunu bildirmesiyle bu üç zatın elli gün süren acı ve ıstıraplı imtihanı bitmiş oluyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, sabah namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Hakkın malûm üç kişinin tövbelerini kabul buyurduğunu Ashaba Kirama bildirdi

Kâ`b, mescide vardı. Selâm verip Hz. Resûlullahın huzurunda diz çöktü. Resûl-i Ekrem Efendimizin de yüzü sevinçten gülüyordu. Kâ`b`ın selâmını tatlı bir tebessümle birlikte aldı. Sonra da "Müjde, ey Kâ`b! Bugün, annenden doğduğun günden beri yaşadığın günlerin en hayırlısı, en mesûdudur" diye buyurdu.

Kâ`b bin Mâlik, "Yâ Resûlallah! Bu müjde senden mi, yoksa Allah`tan mı?" diye sordu.

Mânevî sıkıntıdan kurtulan Kâ`b, son derece memnun ve mesrurdu,

"Yâ Resûlallah! Tövbem kabul olunduğu için Allah ve Resûlü yolunda sadaka olarak malımı dağıtmak istiyorum" dedi.

Peygamber Efendimiz bu teklife, "Malımın bir kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır" cevabını verdi.