GÜNCEL

UHUD SAVAŞI ŞEHİTLERİ

 

 






Allah’ın Aslanı Şehit Oldu




Bu sırada saflar arasında bir o tarafa bir bu tarafa koşup duran İslâm’ın yiğit cen­gâveri Hz. Hamza, Vahşî’nin attığı bir mızrakla şehit oldu. Henüz bir köle olan Vahşî, bunu, Hind’in kendisine vadettiği hürriyete kavuşmak için yapmıştı. Dehşetli bir hırsla uzun zamandır bu fırsatı bekleyen Hind, Hz. Hamza’nı karaciğerini çıkartıp ısıracak kadar vahşette ileri gitti. Bundan dolayı ona “Âkiletü’l-Ekbâd” yâni “Ciğer Yiyen” lâkabı takıldı. Hz. Hamza’nın şehadeti, Müslüman saflarında dalga dalga bir matem havası es­tirdi.


Allah Resul’üne Saldırdılar


Müşrikler, o gün birçok mü ‘mini şehit ettiler. Hatta bir grup müşrik, doğrudan doğruya Allâh Resûlü’nü hedef alarak saldırıya geçti. Efendimize yapılan hücumlar iyice sıklaştı. Talha bin Ubeydullâh der ki:

“Resûlullâh’ın ashabı dağılınca, müşrikler saldırıya geçtiler ve Allah Resûlü’nü her taraftan kuşattılar. Kendisini, gelen saldırılara karşı, önünden mi, arkasından mı, sağından mı, yoksa solundan mı müdâfaa edeceğimi bilmiyordum. Kılıcımı sıyırıp bir kere önünden, bir kere de arkasından gelenleri uzaklaştırdım, nihâyet dağıldılar.” 

Müşriklerin keskin nişancısı Mâlik bin Züheyr, Resûlullâh’a bir ok atmıştı. Talha bin Ubeydullâh, okun Resûlullâh’e isabet edeceğini anlayınca elini oka karşı tuttu. Ok parmağına çarparak elini çolak bıraktı. 

Muhacir ve Ensâr’dan bir kısım sahâbîler Allâh Resûlü’nün etrafını sardılar; O’nun önünde şehit olmak üzere bey’at ettiler ve:

“–Yüzüm yüzünün önünde siper, vücudum Sen’in vücuduna fedadır! Allâh’ın selâmı her dâim Sen’in üzerine olsun! Hiçbir zaman yanından ayrılmayız.” diyerek sonuna kadar savaştılar.

Ebû Talha, yayını çok sert çeken bir okçu idi. Uhud günü elinde iki, üç yay kırılmıştı. Allâh Resûlü yanından ok torbası ile geçen herkese:

“–Ok torbanı Ebû Talha’nın yanına boşalt!” buyurmakta idi. Peygamber Efendimiz, onun arkasından müşriklere bakmak için yükselip başını kaldırdıkça Ebu Talha:

“–Yâ Resûlallâh! Anam-babam sana feda olsun! Başını kaldırma! Belki müşrik oklarından biri isabet eder. Benim göğsüm Sen’in göğsüne siper olsun. Sana dokunacak, bana dokunsun!” derdi.

Katâde bin Nûmân da Allâh Resûlü’nü korumak için önüne durarak yayının başı yamuluncaya kadar müşriklere ok attı. Nihâyetinde kendisi de bir okla gözünden vuruldu. Göz bebeği yanaklarının üzerine aktı. Katâde’yi böyle görünce Allâh Resûlü’nün gözleri yaşardı. Efendimiz Katâde’nin göz bebeğini eliyle aldı ve yerine koydu. Bundan sonra o göz diğerine göre daha güzel oldu ve daha keskin görmeye başladı.


Ümmü Umâre (Nesibe Hatun)





Hanım sahâbîlerden Ümmü Umâre da Uhud Savaşı’na katılarak oku ve yayı ile düşmanla çarpışanlardan biridir. Savaştan sonra Medine’ye dönen Allâh Resûlü:

“−Harp esnâsında sağıma soluma döndükçe hep Ümmü Umâre’nin yanıbaşımda çarpıştığını görüyordum.” demiştir.

Bu vesîleyle Efendimiz’in muhtelif iltifat ve duâlarına mazhar olan Ümmü Umâre Hâtun, Allâh Resûlü’ne:

“–Allâh’a duâ et de cennette sana komşu olalım.” dedi.

Peygamber Efendimiz:

“–Allâh’ım! Bunları bana cennette komşu ve arkadaş et!” diyerek dua etti. Bunun üzerine Ümmü Umâre:

“–Artık bundan sonra dünyada ne musibet gelirse gelsin, aldırmam!” dedi


Peygamberin Mübarek Dişinin Kırılması




Savaşın kızıştığı anda Allâh Resûlü’ne karşı yapılan hücûmların birisinde Sa’d bin Ebî Vakkâs’ın müşrik kardeşi Utbe, Peygamber Efendimize bir taş fırlattı. Atılan taşla, yerleri ve gökleri titreten bir hâ­dise olarak, Resûlullâh’ın zırhından iki halka, mübarek yüzlerine battı ve yanağını yararak bir dişini kırdı. 

Resul-i Ekrem Efendimiz, fâsık Ebû Âmir’in Müslümanlar için kazdığı çukurlardan birine düştü. Hz. Ali, Allâh Resul’ünün elinden tuttu, Talha binUbeydullâh da ayağa kaldırıp çukurdan çıkardı. Ebû Ubeyde bin Cerrâh, Efendimiz ‘in yüzüne batan miğfer halkalarından birisini dişiyle çekip çıkardı. Bunu yaparken kendisinin ön dişi de kırıldı. Öteki halkayı çıkarırken bir dişi daha kırıldı. O ân bütün sahabe-i güzîn ve hattâ melekler, derin bir mateme büründüler. Bu durum ashabın son derecede ağırına gitti ve Efendimize:

“–Kureyş müşriklerine beddua etseniz?!” dediler. Resûl-i Ekrem ise:

“–Ben lânetleyici olarak gönderilmedim. Bilâkis doğru yola dâvet edici ve rahmet olarak gönderildim. Allah’ım! Kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar.” diyerek dua etti.

Resûlullâh Uhud Savaşı sırasında yaralanınca Fâtıma mübarek yüzlerinden kanı yıkamaya başladı. Hz. Ali de Fâtıma’ya su döküyordu. Hz. Fâtıma suyun kanı gittikçe artırdığını görünce, bir parça hasır aldı; onu yakıp iyice kül hâline getirdikten sonra yaraya bastı. Böylece kan durdu.”

İşte Uhud Harbi, böyle hüzünlü sahnelerin yaşandığı bir hâl almıştı. Harbin seyri başlangıçta müminlerin lehine iken, emre itaatsizlik sebebiyle birden müşriklerin lehine dönmüştü. Allâh Resûlü’nün etrâfında sâdece on dört kişi kalmıştı. Âlemlerin Efendisi paniğe kapılan birtakım müminlere:

“–Ey Allâh’ın kulları! Bana geliniz, ben Allah’ın Resûlü’yüm!” diye seslenmeye başladı.

 

Sa’d bin Ebî Vakkâs




Yaralandığı vakit Varlık Nûru Efendimiz:

“–Allâh, Resul’ünün yüzünü yaralayan kavme çok gazaplındı!” buyurdu. Sa’d bin Ebî Vakkâs şöyle demiştir:

“–Vallâhi Resûlullâh’ın bu sözünü duyunca, (O’nu yaralayan) kardeşim Utbe bin Ebî Vakkâs’ı öldürmek için duyduğum hırs kadar, hiç kimseyi öldürmeye hırs duymadım!”

Nitekim Sa’d bunun için müşrik saflarını yararak pek çok defâ teşebbüste bulunmuş, ancak Allâh Resûlü, Sa’d’ın, kardeşini öldürmesine mâni olmuştur.

Sa’d bin Ebî Vakkâs, Fahr-i Kâinât’ın yanında müşriklere durmadan ok yağdırıyor, Varlık Nûru Efendimiz de:

“−At yâ Sa’d! Babam ve anam sana fedâ olsun!” buyuruyordu. Buna şahit olan Hz. Ali:

“Ben, Nebî’nin Sa’d hâricinde hiç kimse için; «Babam ve anam sana fedâ olsun dediğini duymadım.” demiştir.

Müslümanların bir kısmı da Hazret-i Peygamber’in şehit edildiğini duymuş, yıldı­rım çarpmışçasına sarsılmışlardı. Öyle ki; “Allâh Resûlü öldükten sonra biz burada ne diye duralım!” deyip savaş alanını terkediyorlardı. Bunlar aslında Medine’yi korumak için geri dönmüşler, fakat Müslüman kadınlar tarafından tekrar geri çevrilmişlerdi.

Bir kısmı ise; “Allâh’ın Resûlü ölse bile, Allâh bâkîdir!” diyerek harbe devâm ediyordu. 



Enes Bin Nadr

“–Resûlullâh şehîd olduktan sonra artık yaşayıp da ne yapacaksınızHaydi siz de O’nun gibi savaşarak şehit olun!” diye haykırdı ve müşriklerin üzerine hücum etti.

«–Ey Sa’d! İstediğim cennettir. Kâbe’nin Rabbi’ne yemin ederim ki, Uhud’un eteklerinden beri hep o cennetin kokusunu alıyorum.» dedi. Bir müd­det sonra da seksenden fazla yara almış olarak şehadet şerbetini yudumladı.



Peygamberimiz (s.a.v.)'in, Übeyy bin Halef'i Öldürmesi


Bedir Harbinden önceydi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz harp sahasında dolaşırken, "Burası Ebû Cehil'in, burası Utbe'nin, burası Ümeyye'nin, buralar da filânın ve filânın öldürülecekleri yerlerdir. Übeyy bin Halefi de ben kendi elimle öldüreceğim" buyurmuştu.

Bedir'de haber verdiği gibi, Ebû Cehil, Utbe ve Ümeyye bin Halef, mücahitler tarafından gösterilen aynı yerlerde öldürülmüşlerdi. Geriye Übeyy bin Halef kalmıştı. Bu adam Kureyşin ileri gelenlerinden biri idi. Peygamberimiz (s.a.v.) e, her karşılaşmasında şöyle derdi:


"Ey Muhammed. Bir atım var. Her gün ona on altı ölçek darı yedirip besliyorum. Bir gün gelir, onun sırtında seni öldürürüm."


Peygamber Efendimizin ise, bu azgın ve şaşkın adama cevabı sadece şu oluyordu: 

"Belki, İnşallah, ben seni öldürürüm."


İşte Übeyy bin Halef, Bedir'de mücahitler tarafından canı Cehenneme yollanan kardeşi Ümeyye'nin intikamını almak ve Peygamber Efendimizin vücudunu ortadan kaldırmak üzere yemin ederek, Uhud'a çıkıp gelmişti.

Hz. Resûlullahın Şi'b'e doğru çıktığı sıradaydı. Übeyy'in gelmekte olduğu görüldü. İntikam dolu bakışlarla Peygamberimiz (s.a.v.)'e yaklaşıyordu. Bunu fark eden sahabeler önüne çıkıp, hesabını görmek istediler.

Ancak Hz. Resûlullah, "Bırakın, gelsin." diyerek mücahitlerin karşı çıkmasına mâni oldu.

Resûl-i Ekreme oldukça yaklaşan bu azgın müşrikin ağzından, "Ey Muhammed, sen kurtulursan, ben kurtulmayayım." lafları dökülüyordu.

Bu sözleri duyan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, bir anda celâllendi. Elindeki mızrağıyla heybet ve haşyet verici adımlarla hasmının üzerine yürüdü. Übeyy, bir anda şaşkına döndü. Hz. Resûlullahın heybet ve haşyet verici tavrı karşısında duramayıp, geri kaçmaya başladı.

Peygamber Efendimiz peşini bırakmıyor ve arkasından, "Nereye kaçıyorsun, ey yalancı." diye sesleniyordu. Bu kaçışla Übeyy kendini kurtaramadı.

Peygamber Efendimizin fırlattığı mızrak, miğferle zırhı arasındaki kısma saplandı ve Übeyy sığır böğürmesi gibi böğürerek atından yere yuvarlandı. Müşrikler, yaralı halde onu alıp götürdüler. Yarasından kan akmıyordu. Ağrısına sızısına zor dayanıyordu. Zaman zaman arkadaşlarına, "Vallahi, Muhammed beni öldürdü." diyordu.

Arkadaşları bu sözünü ciddiye almıyorlar ve yarasının önemsiz olduğunu ifade ederek teselli etmeye çalışıyorlardı. Ne var ki, Übeyy, kurtulamayacağını anlamıştı. Arkadaşlarına şöyle dedi:

"O bana (Mekke'de) 'Seni öldüreceğim' demişti. Vallahi, o benim üzerime tükürse, yine beni öldürür."

Übeyy bin Halef, bir gün bile yaşamadan, "Susadım, susadım!" çığlıkları arasında ölüp gitti. 



Mus’ab bin Umeyr




Müşrikler Uhud’u tamamen terk ettikten sonra Allâh Resulü, harp sahasına inerek şehitleri defnettiler. Tam yetmiş şehit verilmişti. Bunların arasında Hz. Hamza gibi cengâverler ve Mus’ab bin Umeyr gibi yiğitler de vardı.

İbni Kamia, önüne çıkan Hz. Mus'ab'ın sağ elini bir kılıç darbesiyle kesti. Hz. Mus'ab İslâmın izzet ve şerefini sembolize eden sancağı sol eline aldı. İbni Kamia bir kılıç darbesiyle sol elini de kesti.

Bu sefer Hz. Mus'ab sancağı kollarıyla tutup göğsüne bastırdı. O anda tek gayesi, bu zındığın Resûlullaha ulaşmasına mâni olmak ve İslâm sancağını yere düşmekten korumaktı. İbni Kamia bu sefer mızrağıyla vücudunu deldi. Hz. Mus'ab, artık dayanamayıp yere yıkıldı. Böylece o da şehadet şerbetini içenler arasına katıldı. Sancak da yere düştü. 

Peygamber Efendimiz de henüz onun şehadetinden haber­dâr olmadığı için sancaktâra hitâben:

“–İleri git yâ Mus’ab!” buyurmuştu. Bunun üzerine melek, dönüp Allâh Rasûlü’ne bakmış, böylece onun bir melek oldu­ğunu fark eden Efendimiz, Mus’ab’ın şehîd ol­duğunu anlamıştı. Daha sonra Mus’ab’ın mübârek nâşı bulunmuş, ancak onu saracak bir kefen bulunamamıştı. Sancak da yere düştü. Hz. Mus'ab, şehid düşünce, Peygamber Efendimiz sancağı Hz. Ali'ye verdi

Mübarek şehidin üzerindeki elbiseyle baş tarafı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açık kalıyordu. Ashâb, ne yapacaklarını sormak üzere Allâh Rasûlü’ne mürâcaat etti. Rasûlullâh, şehîdin baş kısmının elbise ile kapatılmasını, ayaklarının da güzel kokulu otlarla örtülmesini emir buyurdu.Hâlbuki Mus’ab, Mekke’nin en asil ve varlıklı ailelerinden birinin çocuğu idi. Bütün Mekke gençleri ona yaşantısına özeniyorlardı. 




Ebû Süfyân’la Hz. Ömer Arasında Geçen Muhavere





Müşriklerin saldırıları yavaşlayınca, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) etrâfında toplanmış olan Müslümanlarla Uhud Dağı tepelerinden birine çekildi. Müslümanların bir tepede toplandığını gören Ebû Süfyân da onların karşısında başka bir tepeyi işgal etti.

 

Ebû Süfyân, Peygamberimizin (s.a.s.) sağ olup olmadığını kesinlike öğrenemediğinden merak içindeydi. Bu sebeple yüksek sesle üç defa:


"İçinizde Muhammed (s.a.s.) var mı? Ebubekir var mı? Ömer var mı?" diye seslendi. Rasûlullah (s.a.s.) cevap verilmemesini emretmişti.

Kimseden ses çıkmayınca, müşriklere dönerek:

Görüyorsunuz, hepsi de ölmüş. Artık iş bitmiştir." diye söylendi. Hz. Ömer (ra) dayanamadı.

“Yalan söylüyorsun ey Allah düşmanı, sorduklarının hepsi sağ, hepsi de burada." diye cevap verdi.

Ebû Süfyân:

"Savaşta üstünlük nöbetledir, bugün biz Bedir’in öcünü aldık, üstünlük bizde…" diye gururlandı.

Ömer (ra):

"Bizden ölenler Cennet’te, sizinkiler ise Cehennem ’de." diye cevap verdi.

"Ya Ömer, Allah aşkına gerçeği söyle. Biz Muhammed (s.a.s.) ‘i öldürdük mü?"

"Rasûlullah (s.a.s.) sağ ve senin bu sözlerini de işitiyor."

"Ya Ömer, ben senin sözlerine İbni Kamie’nin sözünden daha çok inanırım. Ölülerinize yapılan fenalıkları ben emretmedim fakat çirkin de görmedim. Gelecek yıl Bedir’de buluşalım." dedi.

Hz. Ömer de:


“İnşallah!.." diye cevap verdi.

Hz. Ömer’le Ebû Süfyân arasında yapılan bu konuşmadan sonra, müşrikler Uhud’dan ayrıldılar.

Onlar, Hz. Muhammed (s.a.s.)’i öldürmek, Medine’yi basıp Müslümanları imhâ etmek, Müslümanlığı ortadan kaldırmak için Mekke’den gelmişlerdi.

Fakat Allah kalplerine korku saldı. Üstünlük kendilerinde olduğu ve Rasûlullah (s.a.s.)’in de sağ bulunduğunu öğrendikleri halde, savaşa devam etmeğe cesaret edemediler. Tek bir esir bile alamadan, geri döndüler.



70 Uhud Şehidi


Uhud şehitleri içinde Hazret-i Peygamber’in ve bütün müminlerin gönlünü en çok hüzne gark eden ise, İslâm ordusunun eşsiz kahramanı, Allah’ın Arslanı Hz. Hamza oldu.

Hz. Safiyye, kardeşi Hamza’yı görmek üzere şehitlerin bulunduğu tarafa yöneldi. Oğlu Zübeyr kendisini karşılayarak:

“–Rasûlullâh geri dönmeni emrediyor.” dedi. O da:


“–Niçin? Kardeşimi görmeyeyim mi? Ben onun kesilip doğrandığını zâten haber aldım. O, Allâh için bu musîbete uğradı. Zâten bizi de bundan başkası tesellî edemezdi. İnşallah sabredip ecrini Allah'tan bekleyeceğim.” dedi.


Zübeyr, gidip annesinin söylediklerini Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bildirdi. Âlemlere Rahmet Efendimiz:


“–Öyleyse bırak görsün! buyurdu. Safiyye de kardeşi Hazret-i Hamza’nın mübârek nâşının yanına gelerek duâ etti. 


Uhud’da yaşanan kâbına varılmaz bir din kardeşliği manzarasını Zübeyr bin Avvâm şöyle anlatır:

“Annem Safiyye yanında getirdiği iki hırkayı çıkarıp:

«–Bunları kardeşim Hamza’ya kefen yapasınız diye getirdim.» dedi. Onları alıp Hamza’nın yanına gittik. Yanında Ensâr’dan bir kefensiz şehide daha vardı. İki hırkayı da Hamza’ya sarıp Ensârî’yi kefensiz bırakmaktan utandık:

Câbir’den rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber Uhud Gazvesi’nde şehîd düşenleri her mezara iki kişi konacak şekilde bir araya getirtmiş:

“–Bunların hangisi daha çok Kur’an bilirdi (Kur’ân’ı yaşardı)?” diye sormuş ve şehitlerden hangisi gösterilirse, onu kıble tarafına koymuştur. 


Ashabın Peygambere Bağlılığı


Diğer bir ibretli manzara da şöyledir:

Uhud günü Medine acı bir haberle çalkalandı. “Muhammed öldürüldü!” denilince şehirde çığlıklar koptu, feryâdlar Arş’a yükseldi. Hatta Ensâr’dan Sümeyrâ Hatun’a, iki oğlu, babası, kocası ve kardeşinin şehide olduğu haber verildiği hâlde, o hiç aldırmadan hemen Allah Rasûlü’nün durumunu sordu:

“–O’na bir şey oldu mu?” dedi. Sahâbe-i kirâm cevâben:

“–İyidir, Allâh’a hamd olsun, O, senin arzu ettiğin gibi hayattadır!” dediler. Sümeyrâ Hatun:

“–O’nu bana gösteriniz ki kalbim mutmain olsun.” dedi. Gösterdiklerinde hemen gidip elbisesinin ucundan tuttu ve:

“–Anam babam sana fedâ olsun Yâ Rasûlallâh! Sen sağ olduktan sonra artık hiçbir şeye endişelenmem!” dedi. (Vâkıdî, I, 292; Heysemî, VI, 115)

Beşir bin Akrabe der ki:

“Babam Akrabe, Uhud günü şehîd olunca ağlayarak Hz. Peygamber’e gittim. Bana:

«−Ey sevgilicikSen ne diye ağlıyorsun? Sus ağlama! Senin baban ben olsam, annen de Âişe olsa, râzı olmaz mısın?» buyurdu. Ben de:

«−Anam-babam sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh, tabiî ki râzı olurum!» dedim. Bunun üzerine Efendimiz, eliyle başımı okşadı. (Şu anda) saçlarım ağardığı hâlde, Rasûlullâh’ın mübarek elinin değdiği yerler hâlâ siyah kalmıştır.”